27 Aralık 2019 Cuma

Büyülü Mezopotamya’nın Sırlarla Dolu Tapınağı: Göbeklitepe

Mezopotamya büyüsü diye bir şey var, mıknatıs etkili. Bu topraklara ne zaman gelsem gerçekle hayal, geçmişle gelecek arasında manyetik etkili devasa bir kapıdan geçip başka bir dünyanın içine girdiğimi hissediyorum.

2018’de UNESCO 42. Dünya Miras Komitesi Toplantısında aldığı kararla Göbeklitepe’yi UNESCO Dünya Mirası Listesine ekledi (2011 yılında Dünya Miras Geçici listesine alınmıştı)  ve böylece Türkiye’nin bu listedeki varlık sayısı 18e ulaştı. Bu bilgi zaten doğası, tarihi, insanları, yemek kültürü, renkli kıyafetleri, ananeleri, müzikleri, ve gizemli hikayeleri ile hep ilgimi çeken bölgeye yeni bir seyahat planı yapmak için tetikleyici oldu. Üstüne 2019 yılı Göbeklitepe Yılı ilan edilince de yıl bitmeden bölgeyi ziyaret etmeyeni döverler dedik, ve işte yollardayız.

Seyahatimizi Adana’ya uçakla gidip oradan araba ile Göbeklitepe-Şanlıurfa-Halfeti-Gaziantep yaparak (kendi çakma Bereketli Hilal’imiz diyebiliriz😊) tekrar Adana’ya dönecek şekilde planladık. Kasım ayının ortasında hala ilkbaharı andıran hava eşliğinde Cumartesi sabahı erkenden Adana’dan Göbeklitepe’ye doğru yola çıktık 2 araba; yolda kahvaltıyı ablamın hazırladığı yolluklarla yaparken hadi dedik havaya girelim, yol boyu Erkan Oğur’dan ‘Fırat’ın Türküsü’, Aynur’dan ‘Keçe Kurdan’, Grup Yorum’dan ‘Kara Üzüm Habbesi’ ve çeşitli yorumculardan ‘Urfa’nın Etrafı Dumanlı Dağlar’ türküsünü dinledik ve hatta çığırdık! Yaklaşık 4 saatlik bu yol nasıl geçti, hiç anlamadık ve işte Mezopotamya topraklarında Bereketli Hilal’in en tepesi olan Göbeklitepe’yi gezmeye hazırız.

Ara bilgi: Mezopotamya, tarihte birçok medeniyetin beşiği olmuş Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan verimli topraklara verilen isim. Günümüzde; Irak, kuzeydoğu Suriye, güneydoğu Anadolu ve güneybatı İran topraklarını kapsayan alandan bahsediyoruz.

‘Tarihin sıfır noktası’ olarak tanmlanan Göbeklitepe’nin keşfi ile sadece tarihin ezberi bozulmamış, beraberinde cevap aranan bir dolu soru da önümüze dökülmüş. Hal böyle olunca da bu yazıya nasıl başlamayalıyım, çok dağılmadan Göbeklitepe’yi ve tabii gezinin diğer bölümlerini nasıl anlatmalıyım sorusu beni bayağı bir zorladı. Çünkü keşfi ile öğrenilenlerden çok daha fazla cevaplanması gereken soru var Göbeklitepe’de.

Biz geziye gelmeden birkaç hafta önce 10 yaşındaki yeğenim Mira okulunda arkadaşlarına burayı anlatan bir sunum yapmış (arkeoloji merakı genlerinde var haliyle😊). Tabii, istek üzerine, yolda bize de yaptı sunumunu. Öyle keyifli ve heyecanla anlatıyordu ki umarım onun heyecanını destekleyebilirim bu yazı ile. (Sunumunu Göbeklitepe’yi gezerken yerinde tekrar videoya da çektik, aile arşivimize ekledik😊)

Hadi gelin, önce - internette ve farklı birçok yazılı kaynakta çok daha fazla detay bulabileceğiniz bilgileri- Göbeklitepe ile ilgili gerçekleri listeleyelim (okurken göreceksiniz ki gerçekleri paylaşırken bile henüz cevabı bulunmamış soruları sormadan edemiyorsunuz, hatta akla sürekli yeni sorular geliyor):

-        - Göbeklitepe dünyanın bilinen en eski tapınak merkezi. Günümüzden 12.000 yıl önce yapıldığı artık biliniyor. 

-        - Neden tarihin sıfır noktası olarak adlandırıldığına gelince: Göbeklitepe’ye kadar tarihçiler, insanlığın önce tarıma başlayıp yerleşik hayata geçtiğini, inanç ve din kavramlarının ise bunda sonra oluştuğunu söylüyordu. Oysa tapınak olarak inşa edilen Göbeklitepe bu ezberi bozdu, zira 12bin yıl öncesi insanoğlu henüz avcı-toplayıcı olarak yaşıyor, henüz yerleşik hayata geçilmesine binlerce yıl var! (Bir parantez: Tarımın başlaması da bu bölgede aslında. Buğdayın atasının tarihte ilk olarak Göbeklitepe eteklerinde yetiştiğine de bilgi dağarcığımıza ekleyelim yeri gelmişken. Bereketli hilal bölgesinin en tepe noktası olan bu bölge ilk tarımın da yapıldığı yer.)

-        - Şanlıurfa’ya 20 km uzaklıkta bulunan bölgenin keşfedilmesi sonrası Arkeolog Prof. Klaus Schmit başkanlığındaki kazı ekibinin yeraltı radarı ile yaptığı tarama sonrası tapınakların 20 futbol sahası büyüklüğünde (300 metre çap) bir alan kapladığı ve her biri 10-30 metre çapında yuvarlak şekilli 20 ayrı tapınak odasından oluştuğu anlaşılıyor. Ve tapınakların hepsi güneye bakıyor. 

-        - Günümüzde bu bölümlerden yanlızca 4ü kazıyla açığa çıkarılmış durumda, şu an ziyarete gidenler bu odaları ve buluntuları görüyorlar. 16 tapınak odası henüz kazılmaya başlamamış.

-        - Bulunan odaların çatısı yok. Tüm odalar yuvarlak biçimde olsa da yine de farklı tasarımları var. O yüzden B, C ve D diye isimlendirilmiş bulunan odalar. D tapınağı çok iyi korunmuş. Bunun sebebi üzerinin tamamen toprakla örtülmüş olması. 

C tapınağında dikili taşlar spirale benzer bir form oluşturuyorken D tapınağındaki taşlar elips biçimine yakın. Çevreleyen dikilitaşlar da değişkenlik gösteriyor. Tek ortak özellik, her bir odanın merkezinde bulunan 2 adet yaklaşık 5.5 metre yüksekliğindeki sütunlar. D tapınağındaki 12 sayısı mitolojik ve dinler tarihi açısından özel bir sayı. Göbeklitepe’nin sırları hangi uygarlıklara, inançlara, ve bilimlere öncü?

-        - Arkeologlar şu an tüm sütunları tek tek inceliyorlar. Tabii bu incelemeler sadece arkeolojik olarak da yapılmıyor. Tarihi açıdan, astroloji açısından, ve tabii dinler ve inançlar açısından çok boyutlu ele alınması gerekiyor. 33. sayılı dikilitaş çok ilginç, örneğin. Hiyeroglif anlatımı gibi diyor uzmanlar. Sembollerin bir kısmı anlamlı bazıları değil. Örneğin, H şeklinde bir sembol var. Ortaya çıkarılan toplam 43 dikilitaşın hepsinde de mevcut. Bu elele tutuşan iki adet T sütunu mu temsil ediyor? Kadın ve erkeğin birlikteliğini mi? Ya da ne? Güneş ve ay sembolü mü? Güneş tutulması yaşanırken kadın(ay) erkek(güneş) elele tutuşarak birleşmeyi mi sembolize sembolize ediyor?

-        - Bir başka örnek: 31 numaralı sütunda boğa kabartması var. Boğa, 12 burçtan biri ve üretken bilincin sembolü. Bu figür, mesela, Çatalhöyük’te de var. Antik Mısır’da ise boğa tanrıların gücünü temsil ediyor. Işıldama ve parlamanın sembolü. Öte yandan, harflerin başlangıcı olan A harfi boynuzlu boğa ile gösterilmiş ilk.  Sorular bitmiyor: Başka benzer figürlerin Çatalhöyük’te de bulunmasını nasıl açıklamalıyız? 

-        - Tapınakların plan olarak dizilimi astronomik bir sebebe mi bağlı? Neden tüm tapınaklar güneye bakıyor? Henüz Göbeklitepe ile astronomi arasında bir bağ bulunamamış ama en çok sembolik anlatım olan D tapınağındaki 43 numaralı sütun tam da bu açıdan önemli. Sütunun üstünde akrep var, yine üstünde küre olan bir kuş ve ayrıca bir kuğu var. Samanyolu akrep bölgesinden başlayıp kuğudan geçer. Bu Hint edebiyatında da anlatılıyor. Eski Hint literatüründe güneşi bir kuşun taşıdığı tasvir ediliyor. Tüm bu bilgiler arasında bir bağ var mı?  Göbeklitepe’yi inşa eden insanlar binlerce yıl sonra gelen medeniyetlere nasıl bilgiler aktarmış olabilirler?

-        - Acaba zodyak isaretleri günümüzden 12 bin yıl önce biliniyor muydu? 12 ay, 12 aditya, 12 sütun. Hititlerde 12 tanrı var. Alevi inanışında 12 imamın yeri büyük. Tevrat’a göre musevilerin 12 kavmi var.  Saat 12 rakam üzerine kurulu. Türklerin ilk takviminde 12 hayvan var. Hz. İsa’nın 12 havarisi. Tüm bunların atası Göbeklitepe’deki D tapınağı mı? Ya da Sümerlerin Sab Ba metninde yerin değiştirilemeyen dairesinin atası Göbeklitepe mi?

-        - Her bir oda T şeklinde yekpare 12 adet taş (kireç taşı) sütununun çember oluşturacak şekilde yerleşmesi ile oluşuyor. Her bir yuvarlağın tam ortasında boyu yaklaşık 5.5 metre ve ağırlığı 16 tona varan başka 2 adet devasa T sütun yerleştirilmiş ve 10 cm lik bir taşın içine yerleştirilerek sabitlenmiş. Bu orta sütunlar kadın ve erkeği mi temsil ediyor, yoksa tanrıları mı o henüz bir muamma.

-        - Artık soru kısmından çıkıp bilgi hanesine geçmiş bir konu da Göbeklitepe’nin yerleşim alanı olarak değil tapınak merkezi olarak kullanıldığı (su kaynaklarına yakın olmaması hatta yerleşimin yakınında bile olmaması bu savı destekliyor). Tapınak hangi inanç sistemi bunu henüz bilmiyoruz ama. Kazı alanında bulunan çok sayıda hayvan kemiği (ceylan, alageyik, yaban domuzu, yaban koyunu vs) bu odalarda çokça ziyafet verildiğine de bir işaret diye düşünülüyor. Hatta, bu çok miktarda yiyecek ihtiyacı tarıma sebep olmuş. Arkeolog Schmit’e göre din ve tapınma tarım ihtiyacını ortaya çıkarmış. (tarihinin ezberinin bozulması)

-        - Tapınak olarak kullanıldığını destekleyen bir diğer bulgu da tabanların su geçirmez olduğu. Bu odalarda sıvı ile ayinler yapıldığı düşünülüyor. Ama bu sıvı kan mı, su mu, içki mi? Henüz cevabını bilmiyoruz.

-        - Sütunların üzerlerinde çeşitli hayvan figürleri göze çarpıyor, muazzam oyma işçiliğine hayran kalmamak elde değil. Ender bulunan obsidiyen taşı ile yapılmış bu oymalar. Obsidiyen taşı doğru bilenirse neşterden 7 kat daha keskin olabilirmiş. Şimdi bunu okuyup, bundan 12 bin yıl önce böylesi muazzam bir bilgiye nasıl erişildiğine hayran olmamak mümkün mü? Acaba insanlık medeniyet seviyesi artıyor, ilerliyor, uzaya bile gidebiliyor derken bazı bilgi ve becerileri günümüzde gerilemiş (ya da yerinde sayıyor) olabilir mi? Uzmanlar bu sütunları oymak için yaklaşık 400 kişiye ihtiyaç duyulacağını söylüyor. Oysa o dönem henüz yerleşik hayata geçilmemiş. En fazla 40 kişi avcı-toplayıcılık yapan gruplar varken bu nasıl planlanıp mümkün kılınabiliyor? 

-        -  Yine sütunlar, insanoğlunun tabiata hükmeder halinin sembolu diyor uzmanlar. (mağara döneminde duvarlara işlenen şekillerde insan neredeyse yok. Doğa güçlü, insan zayıf o dönemlerde). Sütunların antropomorfik yapısı (T şeklinde), baş kabul edilebilen üst bölümün altında resmedilen hayvanlara insanın hükmeder hale geldiğinin bir göstergesi diye kabul edilebilir deniyor.

-        - Kabartmalar bulunduğunda bunların ne kadar sürede yapılmış olacağı sorusunun akla gelmesi ile bir modelleme yapılmış. Her bir kabartmanın ortalama 6 saat zaman alacağı ön görülmüş ki bu da her bir oda için sadece kabartmalara 300 saat harcandığına işaret ediyor.

-        - Kazılar yapılırken akla gelen en basit sorulardan biri de bu T şeklindeki yekpare ve tonlarca ağır kireçtaşından sütunların tepeye nasıl zarar görmeden taşınabildiği. Etrafta bulunan taş ocakları incelendiğinde (ki bu incelemeler sırasında 7.5 metre uzunluğunda yerde yatak duran bir taşa da rastlanmış) kireçtaşından sütunların olduğu yerde çakmaktaşı ile şekil verilip, üstüne taş ustaları tarafından obsidiyen taşı ile kabartmalarının yapılıp sonra 2 kilometrelik bir mesafeden tapınak alanına taşındığı sonucuna varmak mümkün diyor uzmanlar. Yine, taşların üstünde görülen çatlakların bu sütunların kaldıraç gibi bir sistemle kaldırılıp yaklaşık 50 kişi ile taşındığına işaret ediyor denebilir diyorlar. Her bir odanın 50-60 kişi çalışılarak 6 ay-1 yıl arasında tamamlanmış olabileceği öngörülüyor. Yük hayvanlarının olmadığı, tekerleğin daha imge olarak bile yer almadığı bir dönemde bu devasa sütunların taşınması öylesine gelişmiş bir örgütlenme gerektiriyor ki!

-        - Gelelim sütunların üzerindeki kabartma figürlere: Bolca hayvan figürü var. Ama yani nasıl bir ustalık olduğunu hayal etmeniz için tek bir örnek vereyim: Leoparın kaburga kemiklerini detayını bile işlemişler. Taşlar üzerine yine tek parça işlenmiş akrep, tilki, boğa, yılan, yaban domuzu, aslan, turna ve yaban ördeği figürleri var. Bazı arkeologlara göre bu hayvan figürleri tapınağı ziyaret eden farklı kabileleri temsil ediyor.

-        - Şu an uzmanlar bu kabartma figürlerin anlamlarını çözmeye uğraşıyor. T-şeklindeki sütunun üst kısmı kafa mı? Sütundan aşağı doğru uzanan kol ve el şekli bu yüzden mi var? Peki kafa ise neden göz, ağız, kulak vs işlenmemiş? Belki de insanı değil tanrıları/doğaüstü varlıkları sembolize ediyor? Akrepler defin törenini mi temsil ediyor? Yüksek kısımlardaki hayvanlar muhafız mı? Uzmanlar sembolik anlatımların yüksek bir zeka gerektirdiğine ve fazlaca anlama taşıyabileceğine dikkat çekiyor.

-        - Yılan, mesela, deri değiştirmesi sebebiyle değişim sembolü. Göbeklitepe’de yılanlar gruplar halinde kullanılmış. Ayrıca, yılanların bazıları aşağı, bazıları yukarı doğru hareketli. Neden? Gördüğünüz gibi bulunan her bilgi onlarca yeni soruya kapı açıyor.

Göbeklitepe bulunmuş ama aslında daha keşfedilmemiş dersek yanlış olmaz sanırım.  Bulunan ve bilinenler yeni birçok soruya yönlendiriyor insanı. Sırf bu yüzden de gezerken kendinizi bölgenin muhteşemliği ve sırlarının rüzgarına teslim etmekten alıkoyamıyorsunuz.

Şu an aranan cevapların içinde beni en çok etkileyenlerden biri de neden insanoğlu bunca emek, zaman ve akıl harcayarak inşa ettiği bu devasa tapınağı 1000-1500 yıl kadar bir ritüel merkezi ve keşiflerin paylaşıldığı bir yer olarak kullandıktan sonra üstünü toprakla örterek kapatmış (300 metre çapında bir tepe yaratılmış bu örtülme ile)? Ve bu insanlar sonra nereye gitmişler?

Konuyla ilgili okurken ilginç bir bilgiye daha rastladım: Göbeklitepe’ye en benzer yapı Göbeklitepe’den 5 bin yıl sonra İspanya’nın Menorka adasında görülüyor. Acaba Mezopotamya’dan İspanya’ya mı uzandı göç rotası? İspanyolcayı ve İspanyol kültürünü, dansını, edebiyatını bu kadar sevmemi açıklar mı, genlerimde mi var ki?! 😊


Göbeklitepe’den sonra kurulan ve şu an sular altında kalan Nevali Çori yerleşim şehrinde de benzer T şeklinde (ama daha kısa) sütunlu yapılaşma kullanırken şekil neden ve nasıl yuvarlaktan dikdörtgene dönmüş? Halk tapınmak için tepeye çıkmaktan yorulup yaşadıkları yerde kendi ibadethanelerini mi inşa ettiler acaba? Günümüzde yerleşim yerlerindeki ibadethanelerin çıkışı bu mudur?

İşte bu yazıya ekleyemediğim daha birçok bilgi, bulgu ve soruyla çepeçevre sarılınca Göbeklitepe’den çıkıp o merak açlığıyla doğruca Şanlıurfa’ya yönleniyorsunuz. Şehirdeki Mozaik ve Arkeoloji Müzesindeki buluntular ve bilgilerle acaba bazı soruların cevaplarını bulabilir miyiz, daha başka ne öğrenebiliriz sabırsızlığı ile. İtiraf etmem lazım, geziden önce detaylı okumamışım. Şanlıurfada bulunan bu 2 müze Avrupa’nın en büyük 2. müze kompleksi olmasının yanısıra içerik ve sunumuyla gönülleri öyle böyle fethetmiyor. Sadece 2 gün bu 2 müze gezilebilir, o kadar zengin içerikli ve güzel anlatılmış! Emeği geçen herkesi kutluyorum.

Tabii, Şanlıurfa’ya gittik ama kendimizi sadece arkeolojik buluntular ve zengin içerikli müzeleri ile besledik desem yalan olur. Yemek yemeden döner miyiz hiç? Tavsiye üzerine gittiğimiz Çulcuoğlu Restoran’da yediklerim hala ağzımı sulandırıyor. Menüsü tek başına bir yazı sebebi, o kadar diyeyim.

Peygamberler şehri olarak anılıyor Şanlıurfa. İlk ve tek tanrılı dinin peygamberi Hz. İbrahim’in de burada dünyaya geldiğine inanılıyor. İbrahim kelimesinin kökenini de farklı kültürlerde bulmak mümkün. Hint öğretisinde, ‘brahma’ yüce varlığın ismi demek. Antik Mısır dilinde ise İbrahim ışık halkının babası anlamına geliyor; aba-ra-him yani.

Şanlıurfa’da Göbeklitepe öncesi bir yaşam olduğuna dair bulgular var. Acaba Göbeklitepe’yi onlar mı yaptı? Şu an yaşayan halk kaçıncı bin kuşak olabilir bu durumda? diye aklımda deli sorularla şehre varınca sokakta baktığım her yüzde müzede gördüğüm kalıntılardan benzerlikler bulmaya çalıştım dicem, ama rica ediyorum, ve hatta lütfen, gülmeyin 😊

Ertesi gün, yavaş şehir(Cittaslow) seçilen Halfeti’ye de gittik. Fırat nehri üstünde bir tekne turu ile sular altında kalmış şehirleri ve kalıntıları ve siyah gülünü selamladık. Tabii, bolca yöre türküsü de bize eşlik etti.

Yöre demişken: Halkıyla ilgili de birkaç gözlemimi paylaşmadan olmaz. Şanlıurfa’da kadınlar sokakta. Rengarenk kıyafetleri, takıları, ve kimlikleri ile geziyorlar, alışverişlerini yapıyorlar. Eşleri ile elele ve yanyana yürüyorlar. Babalar çocuklarına ilgi ve sevgisini gösteriyor. Halfeti’de, mesela, yabancı turist kadar yöre halkının ailesiyle gezdiğini de gözlemledik. Babalar kız ve erkek cocuklarıyla ilgili. Şanlıurfa’da belki vakit kazanırız diye müzeye giderken otobüse binmiştik. Durakta durup da kapı açıldığında zaten dolu diye bir sonraki otobüsü beklemeyi tercih eden bir halk gördük, kimse kimsenin üstüne istif yapmaya çalışmıyor. Sokaklarda kime ne sorduysak samimi ve yardımcı bir şekilde cevap aldık. Kendimizi hiç yabancı hissetmedik.

Dönüş yolunda bölgenin gastronomi merkezi Gaziantep’e de girip çıktık haliyle. Bir esnaf lokantası olan Çıtır Lahmacun’da acı yiyemeyen ablam bile ikinci lahmacunu yedi, öyle lezizdi. Ve tabii Katmerci Zekeriya Usta’da katmer yiyip, Elmacı pazarından fıstık, sumak, yaş üzümden yapılan katı pekmez alışverişimizi de yapmayı ihmal etmedik. 


Geziyi planlarken o bölgeye gitmemizi güvenlik açısından riskli gören kişiler oldu. Oysa ne arabamızla yol boyunca, ne de Şanlıurfa ve Gaziantep’te -akşam saatlerinde bile- yaya gezerken bir güvenlik tehdidi hissettik. Bu korkuyu yaymaya çalışanlara inat gidin, gönlünüzce gezin. 


Arkeolog Prof. Schmit son demeçlerinden birinde ‘nihai sonuçtan daha çok uzaktayız’ demiş Göbeklitepe için. Evime dönmek için bindiğim Adana-Istanbul uçağında dilime pelesenk olmuş gezme ceylan bu dağlarda türküsünü söylerken Göbeklitepe’deki soruları düşünüyordum. Bu soruların cevaplarını bulmak için, yörenin türküleri, ağıtları, yemekleri, gelenekleri, sokakları ve insanlarından nasıl izler bulabiliriz diye….

Bir kesin bilgi daha var ki, Göbeklitepe ve Şanlıurfa’ya tek sefer gelen eksik kalır. Uçakta gözlerimi kapatmış Göbeklitepe’yi düşünürken yeni yılın en geç illkbaharında yeniden gelirim Mezopotamya’ya diyerek yükselttim kulaklığımdaki Aynur’un yanık sesini. Çığır Keçe Kurdan! (Kürt kızı)


NOT: İnternette ‘Göbeklitepe’ anahtar kelimesi ile arama yapınca başta BBC, ve National Geographic tarafından hazırlanmış hayli sayıda video, belgesel bulunabiliyor. Bununla birlikte giderek artan sayıda da kitap (Türkçe, İngilizce ve başka dillerde) bulmak mümkün. Ziyaret öncesi bulabildiğiniz her kaynağı okuyun/izleyin derim. Bölgeyi ziyaret ettikten sonra bayağı bilginiz artacak sanacaksınız ama emin olun, dönerken kendinizi daha fazlasını okumaya/öğrenmeye aç hissedeceksiniz.

Bir yazıyla size Göbeklitepe ile ilgili bilgi, bulgu ve soruların tümünü aktarmanın olanaksız olduğunu hazırlık aşamasında deneyimledim. O yüzden gecikti yazı; nerden başlasam, nelerden bahsedip nereleri mecburen atlasam kısmı beni bayaa düşündürdü. En sonunda bu yazıyla sadece okuyanı tetikleyip hadi Göbeklitepe’ye dedirtebilmek istedim, umarım olmuştur 😊

Aralık 2019, Yeniköy


28 Ekim 2019 Pazartesi

FİLMEKİMİ 2019’un ARDINDAN...


Film festivallerinin büyülü atmosferinden epey zamandır uzak kalmıştım. Sadece izlediğimiz filmlerden aldığımız keyifle sınırlı değil tabii bu atmosfer- film aralarında tanımadığımız kimselerle filmler üzerine sohbetler, yine iki film arası alelacele karın doyurmalar, ve günün hakkı verildikten sonra Beyoğlu’nun lezzet duraklarında izlediğimiz filmin hissettirdiklerini düşünerek ve müziklerini mırıldanarak yenen yemekler/yudumlanan içkiler, salona ve diğer seyircilere saygı gösteren izleyiciler, organizasyonda çalışan ve gözleri pırıl pırıl gençler(üniversitede iken iyi ki festivallerde çalışmışım dedim yine kendime), hep yüksek heyecanla emek veren yer göstericiler, yer bulamayıp kaçan filmler festival sonrası gösterime girsin diye gündüz rakısıyla yapılan totemler(birkaçı tuttu 😊), alınan biletleri festival kitapçığında işaretleyip sonra sanki o kitapçıktan daha değerli bir şey yokmuş gibi sakınmalar ve daha nice detayla bu sene Istanbul Filmekimi’nin seyirci olarak parçası olmaktan çok keyif aldım. Uzun bir aradan sonra festival havası solumak çok iyi geldi!

Gelelim izlediğim filmlere:

İzlediklerim içinde beni en çok etkileyen film ‘Le Belle Epoque (Yeni Baştan)’ oldu. Son yıllarda izlediğim ve insana, insanı ve duygularını sımsıcak anlatan en iyi filmlerden biriydi. Kadrosunda tanıdık isimler var: Karizmatik Daniel Auteuil’in yanısıra, Guillaume Canet, Doria Tillier, yılların eskitemediği Fanny Ardant, Pierre Arditi ve Denis Podalydes ayrı ayrı göz dolduruyorlar. Yönetmeni, Fransız oyuncu, oyun yazarı, ve yanı zamanda tiyatro yönetmeni olan Nicolas Bedos. Bu Bedos’un ikinci filmi imiş. Film bittiğinde ağlamaktan ıslanmış yüzünüze yerleşen bir tebessümle yıllar içinde kendi değişiminizi ve değer verdiklerinizin değişimini anlamaya ne kadar çaba gösterdiğinizi düşünüyorsunuz. Kalbinizi oluşturan an(ı)ları yeniden yaşama fırsatınız olsa?  Umuyorum, festival sonrası vizyona girsin ve bu masalsı filmi izlemeyen kalmasın!

(Bu arada meraklısına not: Nicolas Bedos’un ilk filmi 2017 yapımı Mr. & Mrs. Adelman imiş. Filmi bulan benimle de paylaşırsa sevinirim. 😊

Bu festivalde 2 müzik adamının hayatını keşfetme fırsatı bulduk:

Bunlardan ilki Leonard Cohen’in ‘So long, Marianne’ şarkısına ilham olan Marianne Ihlen ile birlikte olduğu yılları ve bu yılların Cohen’in müzik ve sanat kariyerine ve tüm yaşamına etkisini anlatan ‘Marianne & Leonard: Words of Love (Marianne ve Leonard: Aşk Sözleri)’ idi. Daha önce yayınlanmamış fotoğraflar, videolar ve röportajlar ile müzik ve aşk dolu bir belgesel izledik. Film siyah beyazdı ama duygular rengarenk. Nick Broomfield’ın yönettiği bu belgesel filmin oyuncuları da tabii gerçek kişilerdi. Günün dördüncü filmi olarak izlesem de keşke biraz daha uzun sürseydi hissi ile salondan ayrıldım. 

Müzikleri, albümleri, eserleri ile dünyaya mal olmuş ve sanki hep sahne üstünde parlayarak yaşadığı sanılan sanatçıların hayatlarını iniş ve çıkışları ile bir bütün olarak okumak/izlemek hep daha ilham verici gelmiştir. İşte Miles Davis’in hayatını anlatan ve yer yer siyah-beyaz, yer yer renkli sahneleri olan belgesel film ‘Miles Davis: Birth of the Cool’ bu fırsatı verdi festivalde bize. Stanley Nelson’un yönettiği filmde hayalindeki müziği yapmak için engellere (ki engellerin başında ırkçılık var!) direnen Davis’i hem yaratıcılığa hem de hayattan kopuşlara ve başarısızlıklara yönlendirebilen aşkları, uyuşturucu bağımlılığı ile tanıma fırsatı bulduk. Irkçı gözlerin egemen olduğu bir dönemde müziği, giyim tarzı ve 'cool' bakış açısıyla topluma kafa tutan Davis'i aşkları, aykırı albüm kapakları, yorgunlukları, zaafları ve her düştüğünde kalkmasına yardım eden Allah vergisi yeteneği ile tanıdık, bir kez daha sevdik.

Tahmin edeceğiniz üzere, festival sonrası Ekim ayı bolca Leonard Cohen ve Miles Davis dinleyerek geçti 😊

2019 Cannes film festivalinde ‘En İyi İlk Film’ ve ‘En İyi Film-Eleştirmenler Haftası’ olarak gösterilmiş ‘Nuestras Madres (Annelerimiz)’ Guatemala’da 200.000’den fazla kişinin ölümü ile sonuçlanmış iç savaşın kalanlar üzerindeki etkilerini anlatan ve savaşın yıkımlarını bir kez daha altını çizerek anlatan bir film. Yönetmeni: Cesar Diaz. Aynı zamanda Belçika’nın 2019 Oscar adayı seçilen Nuestras Madres’in kadrosunda Armando Espitia, Emma Dib, Aurelia Caal, Julio Serrano Echeverria ve Victor Moreria var. Tanıtım kitapçığından alıntıyla: ‘Guatemela kültüründe hala geçerliliğini ve etkilerini yitirmeyen sözlü tarih anlatıcıları’ olarak savaşın tanığı ‘anlatıcı anneler’in yüz ifadeleri etkileyici idi. Gerçeği gerçek kişilerden dinlemek hep daha vurucu oluyor! Kurgusu çok iyi bir film, iç savaşın vahşet dolu komutanlarından birinin gayrimeşru çocuğu, savaşta sevdiklerini kaybedenlerin kemiklerini bulup sahiplerine teslim etmek için mi antropolog olmalı??!!

Festivalde kadrosunu görünce meraklanıp bilet aldığım bir filmdi ‘Roubaix, Une Lumiere (Suç Mahali).’ Yönetmen koltuğunda Arnaud Desplechin’in olduğu bu filmin başrolünde yine bir Fransız Roschdy Zem var. Festivalde bende çok fazla iz bırakmayan filmlerden biri oldu bu. Aynı şekilde, Ira Sachs’ın yönettiği, Fransız-Portekiz ortak yapımı olan ve kadrosu çok kuvvetli ‘Frankie’ de oyuncuları arasında İsabelle Huppert olduğu halde beni çok içine alamadı. 

Festivalde -özellikle- aksiyon filmlerindeki kurgularını giderek daha da sevdiğim Uzakdoğu filmlerinden de örnekler izleme çalıştım:

İlk izlediğim film Amerikan yapımı ama yönetmeni ve kadrosu Çinli oyunculardan oluşan ‘The Farewell (Elveda)’ idi. 2019 Sundance Festivali’nde Londra İzleyici ödülü alan film ‘based on an actual lie (gerçek bir yalandan esinlenmiştir)’ sloganı ile başlıyor. Ölümcül bir hastalığa yakalanan büyükanneye çaktırmadan son günlerini onun isteklerine göre yaşatma çabasına giren bir ailenin öyküsü bu. Bir kısmı Amerika’dan bir kısmı da Japonya’dan gelen kardeşler ve aileleri yeniden tek bir aile olarak doğdukları Çin kültüründe harmanlanmaya çalışıyorlar. Çokça gülümsetse de ölümün yaklaşmasının tedirginliğini sürekli taşıyan bir film. Yönetmen Lulu Wang kendi büyükannesinin hastalığından esinlenerek çekmiş bu filmi. Bulursanız izleyin derim.

Mutlaka izleyin diyeceğim bir diğer Uzakdoğu filmi ise ‘Lan Xin da Ju Yuan (Tehlikeli Oyun.)’ Siyah-beyaz çekilmiş bir Çin filmi olan Tehlikeli Oyun’u izlerken film içinde ne zaman oynanan tiyatronun içindesiniz ne zaman film senaryosunun bir parçasını izliyorsunuz, bilmek mümkün olamayabiliyor. Yönetmen Lou Ye’yi bu kurgudan dolayı film bitiminde alkışlamadan duramadık.

Uzakdoğu sinemasından izlediğim bir diğer film de Japonya yapımı ‘Hatsukoı (İlk Aşk)’ idi. Takashi Miike yönetmenliğindeki bu film aksiyon, eğlence, absürd ve hatta animasyon dolu bir ‘romantik şiddet!’ filmi. Kült filmlerden 'Ucuz Roman'vari film değişik ve vakit ayırmaya değer.

Şimdi yazarken farkediyorum ki filmlerimi seçerken ağırlığı Fransız sinemasına vermişim. Bir Fransız-İtalyan ortak yapımı olan ve Fransızca çekilen ‘Gloria Mundi’ de bunlardan biri idi. 2019 Venedik Festivalinde başrol oyuncularından Ariane Ascaride’ye En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandıran Gloria Mundi sıradan hayatların ve ailelerin nasıl ve neden talihsizliklere itilebildiğini anlatan ve iç burkan bir film. Yönetmeni: Robert Guediguian.

Bir diğer Fransız filmi de Claude Lelouch’un 1966’da Cannes’da Büyük Ödülü kazanan müthiş bir aşk filmi olan ‘Bir Kadın Bir Erkek’ filminin devamı olan ‘Les Plus Belles Annees D’une Vie (En Güzel Yıllarımız).’ Bu filmle, aşkın yaşı var mıdır diye sormaya gerek bile duymadan yoktur diyen yönetmen 53 yıl aradan sonra yine aynı oyuncularla (Anouk Aimee ve Jean-Louis Trintignant) yine sımsıcak, duygu dolu bir filme imza atmış. Müzikleri de çok etkileyici ‘En Güzel Yıllarımız’ı bulun, izleyin ve sevdiğinize sımsıkı sarılın!


‘A Vida Invisivel de Euridice Gusmao (Görünmez Yaşam).’ Mutlaka ama mutlaka izleyin diyeceğim bir başka film. 2019 Cannes Film Festivalinde En İyi Film-Belirli Bir Bakış ve 2019 Münih Festivalinde CineCoPro ödüllerini almış ve aynı zamanda Brezilya’nın Oscar adayı seçilmiş Karim Ainouz imzalı bu filmi festival kitapçığı ‘renk, ses ve müziğe boğulmuş bir gündüz rüyası’ diye anlatmış. Portekizce çekilmiş Brezilya-Almanya ortak yapımı ‘Görünmez Yaşam’ görülmeli, ki önyargının iki kadının hayatını (hemen her toplumda) nasıl etkilediği ve kadınların buna karşı sevgiyle nasıl mücadele edebileceği bir kez daha hatırlansın. Oyuncular Carol Duarte ve Julia Stockler’in oyunculukları karşısında şapka çıkarmamak işten bile değil!

Venedik Film festivali’nin kapanış filmi olan ‘The Burnt Orange Heresy (Yanık Portakal)’ filmini ben de -tesadüfen- festivalin son filmi olarak seçmişim kendime. Guiseppe Capotondi’nin yönettiği bu kara filmde kadro çok kuvvetli. Mick Jagger bile var desem? Donald Sutherland, Claes Bang, ve Elizabeth Debicki diğer önemli rollerdeki isimler. Açıkçası hemen öncesinde ‘Yeni Baştan’ı izlediğim ve hala etkisinde olduğum için bu filmin hakkını veremedim, emek verenlerden özür diliyorum.

Festivalde zamansızlıktan ve/veya bilet bulamadığım için izleyemediğim ama aklımın kaldığı filmler ise şunlar:
- Dolor y Gloria (Acı ve Zafer)
And Then We Danced (Ve Sonra Dans Ettik)
- Bacurau
- Gisaengchung (Parazit)
- Monos

Tabii bu filmler sonradan gösterime girsin diye yaptığımız totemlerin bazıları tuttu; Acı ve Zafer hemen festival sonrası gösterime girdi -ki bu ay bitmeden izleyeceğim- ve herkesin ağız birliği etmişçesine ‘çarpıcı!’ diye nitelendirdiği Parazit de 1 Kasım'da gösterime giriyor.

Yıllardır patlamış mısır sesinden izlediğim filmlere yoğunlaşamadığım için sinemaya gitmeyi pas geçen ben Filmekimi ile sinemanın büyülü dünyasına yeniden girmenin hazzını yaşadım bu Ekim ayında. Festivalin sloganı #SpoilerYeme yi de izninizle #MısırHeleHiçYeme diye güncelliyorum ki: 

Sinemayı -tüm büyüsü ile- sinemada izleyelim! 

Iyi seyirler....


28 Ekim 2019

Dipnot: Yazıyı yayınlama tarihine saygı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!


2 Ekim 2019 Çarşamba

Geziperest

Bu bloğu açtığımda farklı konu/duygulardaki yazılarımı paylaşırım diye düşünmüştüm. Zaman içinde farkettim ki bolca ve çoğunlukla gezi maceralarımı paylaşıyorum. E o zaman, başlığı değiştirmek lazım gelmez mi? Can yeğenim Mira beni 'Geziperest' diye tanımladığında çok hoşuma gitmişti. 

Onun izniyle bloğumuz artık yeni başlığı ile yoluna devam edecek.

Mira'yla birlikte yapacağımız gezilerin sayısının artması dileğimle: Yeni yollara yeni başlığımızla devam!

Yeniköy, 2019


16 Eylül 2019 Pazartesi

BİRİNCİ BASKI (Gezişim)

Bilenler biliyor, 2019 yılını İspanyolca öğrenme ve İspanya’yı ve İspanyol kültürünü keşfetme yılı ilan ettim. Ocak-Şubat aylarında Madrid'deki kurs sırasında dili günlük hayatta çat pat kullanmaya başlamıştım. Dönüşümde de düzenli olarak çalışmaya devam ettim. Ama açıkçası -başka hiçbir dilden (vücut dilini saymıyoruz tabii) yardım almadan- iletişim kurma seviyesine gelip gelmedigimi test etmek istiyordum. Eh madem bunu istiyorum, ne duruyorum ki dedim, 2 Kafa-dar’ların diğer üyesi Nursero’yla konuşup kerterizi belirledik: Daha önce gitmediğimiz bir kısmını hedef aldık İspanya’nın bu sefer: Gurme turizminin merkezlerinden Bask (Basque) bölgeye gidiyoruz.

Ağustos ayı için 1 haftalık bir gezi planladık. Gidiş ve dönüş noktamız Bilbao. Her zamanki gibi bolca blog yazısı, gezi notları ve Señor & Señora Googles’a danışarak bölgeyle ilgili bilgileri topladım. Ama bu sefer, bu bilgilerin bir kısmını İspanyolca kaynaklardan okudum (ve de anladım 😊

Gezinin ana çatısı şöyle idi: Istanbul’dan Bilbao’ya uçacağız, ilk gece Bilbao’da kalacağız. Sonrası orada yapacağımız günlük rotaya göre belirlenecek. Geziyi planlarken ön iş olarak sadece www.goldcar.com sitesinden arabamızı kiraladık, ilk gece için otel rezervasyonumuzu yaptık, ve offff kaç gün kaldı diye sürekli takvime baktık.

Dedim ya, bu seyahatte azmettim, sadece İspanyolca konuşacağım (kiralık arabayı teslim alırken bir hata olmasın diye Ingilizceye başvurabilirim diye düşünüyorum), Nursero’ya dedim ki: ‘Hazır ol, bir şeyleri yanlış anlayıp istediğimizden başka şeylerle karşılaşabiliriz, yoldan sapabiliriz.’ Bizimkine tatil olsun, macera olsun umru mu? Bana uyar, dedi. Ama rahatladım mı? Pek sayılmaz. Çünkü bir yandan, ya bölgede benim öğrendiğim Kastilyanca değil de Baskça konuşuluyorsa diye düşünüyorum. Baskça’yı okumam & anlamam na-mümkün.  Öte yandan, ülkelerin kuzey bölgelerinde genelde insanlar daha burnundan kıl aldırmaz tarzda oluyor, acaba konuşurken hata yaparsam ne kadar tahammüllü olurlar diye düşünmeden de edemiyorum.

Neyse, hem heyecandan, hem de yeni bir rotayı keşfetme merakından pat pat atan kalbimle İstanbul-Bilbao uçuşunu tamamlayıp kendimi pasaport kontrolünün önünde buldum. Kabindeki görevli pasaportumu aldı, bana Ingilizce ne amaçla geldiğimi sordu. Hadi dedim Mehlika, an bu an! Para viajar dedim kendimden emin İspanyolcamla, tatile geldim yani, keşfetmeye, ülkenizi, bölgenizi yaşamaya, Ispanyolca konuşmaya; diye ekledi tabii gözlerim. Gayet sıcakkanlı, kocaman gülen bir gümrük memuru ile havadan sudan birkaç cümle daha hasbihal ed(ebil)ince ah dedim tamam, gezi güzel geçecek; bu bölgede de insanlar gayet mutlu ve yardımcı, daha da İspanyocadan başka bir dil kullanmam. Hoşbulduk Basque halkı, bienvenidos para mi 😊

Bilbao havaalanı küçük bir yer. Kiralama firması arabayı almak için çıkışta gidiş terminalinin dışına gelecek servis aracını beklememiz gerektiğini yazmıştı, valizlerimizi aldıktan sonra doğruca o alana yöneldik. E artık ilk tedirginliğim de geçti ya, beklediğimiz yer doğru mu diye sorayım birisine dedim (bakayım o da anlıyor mu konuştuğum İspanyolcayı?😊) Evet dedi, yani . Anladı beni ya, benden mutlusu yok. Artık köpürtmeye geçebilirim. Dur dedim, bi kere daha bu sefer farklı kelimelerle başkasına sorayım aynı soruyu, maksat pratik yapmak. E vallahi o da anladı beni, ve ben de onun cevabını. Tavan yapan özgüvenimle başka insanlara da sorular soracaktım ki bizi ofise götürecek servis aracı geldi, aracın şoförü ile de buldum havadan sudan konuşacak bir şeyler, keyfim çok yerinde. Arabayı teslim alırken ama niyeyse tedbirli davranıp Ingilizce konuştum, sanırım eksik/yanlış anlama yüzünden tatilimizi zora sokmamayım diye düşündüm. Şimdi diyorum, bir daha sefere bu aşamayı da Ispanyolca yapacağım. Te juro! 

Şimdi şu İspanyolca hevesimi bir yana koyup yazının asıl amacına dönük Bask bölge için ansiklopedik bilgi paylaşayım biraz:

Bask kelimesi İngilizce’de güneşin altında uzanıp/oturup ılık ve aydınlık havanın keyfini çıkarmak demekmiş, iyi mi? 😊 Başka bir anlamı da zevk almanın hakkını vermek. Eh bölgedeki doğa, yemek kültürü, deniz, insanlar ve hava bunu yaşamanıza fazlasıyla destek veriyor. Hazırız her şeyin hakkını vermeye! Estamos listos yani.

Bask bölge deyince sadece İspanya’yı düşünmememiz gerekiyor. İspanya’nın kuzey kısmının bir bölümü ile Fransa’nın bir kısmını da kapsıyor. Bask özerk bölgenin Ispanya tarafında ana dil Baskça(Vasco/Euskera). İlginçtir, Baskça’nın başka hiçbir dille akrabalığı yok, uzmanlara göre sadece Kafkas dili ile benzerlikler gösteriyor. Kelimelerin yazılışı ve okunuşu Kastilyanca’dan büyük farklılık gösteriyor. Genel kullanıma açık mekanlarda (sokaklar, park yerleri, dükkanlar vs) isimler hem Kastilyanca (bu, benim de öğrendiğim ve Ispanya’da tüm bölgelerde kullanılan resmi dil) hem de Baskça yazılıyor. (İngilizce çok az yerde var) Açıkçası bölgeye gelirken en büyük tedirginliğim, eğer halk Kastilyanca konuşmazsa ne yaparım idi. Allahtan böyle bir şeyle karşılaşmadım. 2016 yılı kayıtlarına göre Bask bölgede Baskça konuşan kişi sayısı sadece 750.000. Pasif kullanıcıların sayısı ise bundan çok daha fazla. 

Geziyi planlarken Bask bölgenin Fransa kısmına da geçmeyi hedeflemiştik, ama sonra gördük ki 1 hafta sadece Ispanya kısmı için bile yetmeyecek. O yüzden bu kısmı ikinci geziye bıraktık.

Bask bölgenin alameti farikaları: Başına buyruk dili, kar amacı gütmeyen ve her yıl Eylül ayında kutlanan ve UNESCO’nun maddi olmayan kültürel miras kapsamında korumaya aldığı festivali (Franco döneminde kültürlerini yok etmeye yönelik diktatörlüğe direniş anısına yapılan bu festivale biz denk gelemedik malesef), leziz Bask şaraplarına can veren üzümleri ve bağları, tertemiz ve gayet geniş kumsalları ve denizi, ve tabii Bask mutfağı. 

Dönelim arabayı aldıktan sonra gezimizin ilk anlarına: 

Navigasyonla ilk gece için ayarladığımız otelimize gittik, girişimizi yaptık, akşamüstü saatlerini yaşamaya başlamıştık. İlk akşam için hedefimiz Bilbao’ya 15-20 dakika mesafedeki bir sahil kasabası olan Getxo’ya gitmekti. Asma köprüsü Unesco Dünya koruması kapsamında 2006 yılında tasarlanmış bu sahil kasabasına ulaştığımızda güneş batmak üzere idi. Bu sayede Biskay Körfezi’nden güneşin batışını uzun kumsalı ve köprüsünden yürüyerek izleyebildik. Getxo kumsalları Avrupa Birliğinin mavi bayrağı ile ödüllendirilmiş. Sahilin sonu bizi eski liman kapısına ulaştırdı (Puerto Viaje) 

Zenterra merdivenlerinden çıkarak (yürümek istemeyenler için asansör/teleferik karışımı bir seçenek de var) şehrin kalbine daldık. Ama sanki sehir de bizim kalbimize daldı. Dar, sevimli, ve bir labirenti andıran sokakları, ağaç altında oturabileceğiniz ve bir seyler yiyip içebileceğiniz alanları ile sakin ve keyifli bir kasaba keşfettik ilk akşam. Kısmen bir Ortaçağ kasabası, kısmen mitolojik zamanlardan kalmış tanrısal bir yerleşim yeri Getxo. İlk akşam yemeğimizde bir ağaç altında, bölgeye özgü pintxoslardan deneyerek(burada tapas’ın adı bu), ve kırmızı şarap kadehlerimizi gökyüzüne kaldırarak salud dedik.

Otele döndüğümüzde otelin park yeri dolmuştu. Yol kenarına arabayı bırakabilirdik, güvenli görünüyordu. Okuduklarımdan hatalı parktan dolayı 60 Euro’ya kadar bir ceza yiyebileceğimiz bilgisi aklımda kalmıştı. Öyle olunca içime bir kurt düştü. Ayrıca, her firsatta İspanyolca konuşmaya çalışıyorum ya, gidip resepsiyondaki görevliye sordum, nereye parkedelim diye. Onun verdiği bilgiyle yan yola arabamızı bırakıp odamıza çekildik.

Arabayı Goldcar’dan kiraladık. İlk defa bu firmayı kullanıyoruz. Madrid elçiliğimizde çalışan arkadaşım Ersel’in tavsiyesi idi bu firma (her İspanya seyahati öncesi onu soru bombardımanına tutuyorum :)) Yurtdışında araba kiraladığımız zaman kaskoyu her şeyi kapsayacak sekilde yaptırıyoruz. Belki kiralama ücretinden daha fazla sigorta masrafı oluyor ama sayılı gün gittiğimiz gezide herhangi bir aksaklıkta tamamen güvence altında olduğunu bilmek tatilin konforunu artırıyor. Biz www.goldcar.com sitesinden gayet memnun kaldık. Tek olumsuz geri bildirimimiz, başta 90 Euro depozito kestik denildiği halde 75 Euro iade edilmiş olması. Hatalı bilgi verilmiş diye açıklama yaptılar, bundan sonraki kiralamalarımda bu konuyu daha fazla didikleyeceğim, alın İspanyolca pratik için bir sebep daha 😊

Gece uyumadan önce haftalık hava durumunu kontrol ettik. Bu sayede önce iç kısımda yol alıp Rioja bölgeyi de biraz soluklayıp sonra havaların biraz daha ısındığı günlerde Fransa sınırından sahile çıkıp sahil boyu gezerek yeniden Bilbao’ya dönecek şekilde bir halka rota yapmaya karar vedik.

Ertesi sabah uyanır uyanmaz arabamızı alıp navigasyona Santander’i isaretleyip yola çıktık. Ilk gün rotamız Santander-Santillana del Mar-Comillas-Burgos idi. 

2 Kafa-dar’ların gezilerinin vazgeçilmezi navigasyonumuz Tomtom bu gezide su koydu, ömür boyu diye aldığım Tomtom’un ömrünün aslında 10 yıl olduğu uyarısı ile karşılaştık ilk günde. Sadece 100 kilometre kadar daha destek verebileceği mesajıyla bizi bir anda üzdü, onsuz tatile hazır değiliz, onla çok maceramız var. Allahtan gezinin seyrini bozabilecek durumlara karşı tedbirli olduğumuzdan her ikimizin de telefonlarında hem Sygic hem de MapsMe navigasyonları da yüklü idi. Araba ile yol yapacak kişilere farklı navigasyonları önceden telefonlarına haritaları ile yüklemelerini tavsiye ediyorum. Zaman zaman başka bir bilene danışmak gerekiyor. Bu gezide bolca Sygic’ten destek aldık. Tomtom yine de cok kilit anlarda, Sygic’in hata verdiği durumlarda imdadımıza yetişti. Geziden döner dönmez Tomtom’la ömür boyu yaşamak istediğimi bildirdim zaten firmasına.

Bu bölgeyi gezeceklere bir başka tavsiyem de indirilecek haritalarla ilgili: Bazı uygulamalarda (mesela Sygic) size bir ülkeyi bölge bölge indirtiyor. Biz de Bask bölge gezeceğiz diye gelmeden önce sadece Bask Bölge haritasını yüklemiştik, oysa bölgede alt bölgeler varmış. Bask bölge deyince sadece Bilbao ve yakın çevresini yüklemiş. Sonradan indirdiğimiz alt bölge haritalarından bazıları ise şöyle: Asturias(Oviedo), Cantabria(Santander), Castilla-La Mancha, Kastilya ve Leon(Valladolid), La Rioja(Logrono) ve Murcia bölgesi haritaları. Tabii daha gezinin ilk gününde navigasyondan bu eksik yükleme ile yardım alamayacağımızı anlayınca durup durup başka haritalar yüklemek zorunda kaldık, biraz vakit ve motivasyon kaybettik. 

Allah’tan bölgede adının anlamına yakışır şekilde moralinizi yükseltecek çok sebep var. Comillas-Burgos arasında küçük bir kasabada mola verip bir barda birer kadeh kırmızı şarap eşliğinde birkaç Pintxos (pinçoz diye okunuyor) yiyince kendimize geldik.

Nedir Pintxos? Topraklarının büyük bir kısmı İspanya'da, diğer bir kısmı da Fransa'da bulunan Bask Özerk Bölgesi, her ne kadar bu iki ülkeden ilham alsa da bambaşka bir mutfak kültürüne sahip. İspanya'nın en leziz İspanyol atıştırmalıklarından biri olan tapas bu bölgede özerkliğini korumak için baş kaldırmış ve pintxos adını almış, çeşit ve lezzet ile de diğer bölgelere adeta meydan okuyor. Ekmek üstü atıştırmalık diye kabaca tarif edebileceğimiz pintxoslar çeşit çeşit ve son derece taze, mevsimlik ve gurmelere layık servis ediliyor. 1 haftalık seyahati şarap ve pintxos deneyerek geçirdik desem yalan olmaz. Yine de dene(ye)mediğimiz bir sürü pintxos bıraktık arkamızda.

Pintxos-hopping diye bir aktivite var bu bölgede. Bir bara (ayaküstü lokantalara bar deniyor) gir, birkaç çeşit pintxos ye, şarabını iç, hadi hooop ordan başka bir mekana. Bu sayede bulunduğunuz şehirdeki bir çok barı ve pintxoslarını deneyimleyebiliyorsunuz. Bu bilgiyi öğrenir öğrenmez hemen Haluk (Mesci) Hocam'la paylaştım. Yıllarca İstanbul ve özellikle Beyoğlu bölgesindeki barları, bar-hopping adıyla, belli bir rota ile gezdirdi bize. Hop hop, altın top!

Ertesi gün hedefte La Rioja bölgesi vardı. Gördüğümüz/durduğumuz şehirler/yerler sırasıyla: Burgos-La Rioja-Vivanco şarap müzesi-Samaniego köyü-Leza-Logrono-Carcar-Callahorra idi. 

Burgos’tan La Rioja’ya doğru yol alırken Briones isimli bir Ortaçağ kasabası görüp hadi bir girip çıkalım deyince önümüze başka gezi yazılarından da okuduğum Vivanco şarap müzesi çıktı. Eh şarap bölgesindeyiz, bir soluklanalım dedik. Müzenin içini değil ama bahçesindeki üzüm çeşitlerini ve soyağaçlarını okuduk öğrendik. Buna göre bölgede üretilen belli başlı üzümler: Vitaceas familyasının, Vitis soyundan olup, Euvitis alt soyundan gelen 3 ana gruptan biri olan Euro-asiatico’nun Vitis vinifera çeşidinden 4 adet varyete olan Tempranillo, Garnacha, Merlot ve Pinot Noir. Nasıl calışmışım ama? 😊  Aman gözünüz korkmasın bu kadar isim nasıl aklınızda kalacak diye. Bu bilginin pratik hali şu: Bölgedeki üzümlerin hepsi çok lezzetli, gözü kapalı her şarabı için, keyif alacaksınız, sonuçta keyif almak anlamına gelen Bask bölgedeyiz; di mi ama? 😊

Bağlık bölgede olduğumuzu her daim hatırlatan sağlı solu alabildiğince bağlar eşliğinde yol yaptık o gün. Ilk göze çarpan şey bağların hepsinin müthiş bakımlı olduğuydu. Ağustos sonu Türkiye’de birçok bölgede bağ bozumu tamamlandı ama burda üzümler yeni yeni büyüyor. Iklimsel olarak (diğer meyve ve yemişlerde de bunu gözlemledik), bizden 1 ay kadar geriden geliyorlar. O köy senin, bu manzara benim geze geze ve tabii arada şarap içip pintxos yiye yiye gece konaklayacağımız Carcar kasabasına ve otelimize ulaştık. Bir Bodega (şaraphane) görelim dedik, otelde resepsiyondaki arkadaştan öneri ve yardım istedik ancak o gün için geç kalmışız, bodegalar kapanmış. Biz de hem konuştuğumuz bodeganın sahibinin hem de resepsiyondaki arkadaşın önerdiği Callahorra kasabasına gittik. Çok etkilendik diyemem ama yine de şehri gezip, kalesini ziyaret edip pintoxlarımızı ve şarabımızı açık havada canlı müzik eşliğinde yiyerek günü keyifle tamamladık.

Callahora’da gezerken katedrale giden yolu bir amcaya sordum. Sorarken ‘el’ catedral diye kullandım artikeli. Yaşlı amca anlamadı, kulakları belki zor duyuyordur diye daha yüksek bir sesle yineledim. Yine anlamadı. Hani ibadet yeri, büyük bina vs diye açıklama yaparken ‘haaaa la cathedral’ diye düzeltti beni. Altı üstü artikel hatası yaptım amca, o kadar cümle kurdum bir artikel için mi kalbimi kırıyorsun diyesim geldi. Şakası bir yana el yerine la, la yerine el diye yanlış kullanınca karşı tarafta nasıl bir anlam farkı oluşuyor, merak ediyorum. Dili bu şekilde kullanma/anlama seviyesine ne zaman gelirim ki?

Ertesi sabah, mutlaka görün diye önerilen ve internetteki fotoğraflarından da bizi de cezbeden ortaçağ kasabası Olite’te kahvaltı yapmayı hedeflediğimiz için daha saat 7.00 olmadan teker çevirdik. Carcar’dan Olite’e gidiş yolu sağlı sollu çok yoğun bağ manzaraları ile doluydu. Güne güzel başlamamızı sağladı. Sabahın erken saatlerinde bağlar nasıl sulanıyor onu da görebildik. Yaklaşık 1.5 saat keyifli bir yolculuk sonrası Olite’e ulaştık. Labirent şeklinde kurulmuş, her ara yolu ana meydanına çıkan şirin bir Ortaçağ köyü. Eski şehrin kapısından girdikten sonra adeta bir masal şehrine giriyorsunuz. Sarayı ve kuleleri bu masalsı hissi destekler nitelikte. Olite kasabasını okuduğum bloglarda öneri olarak görmemiştim, yerel halktan tavsiye almanın faydasını görmüş olduk. Şehrin dar yollarından birinde bizi kokusuyla cezbeden bir pastaneye kahvaltı yapmak için girdik. Kahvemizi içip gözümüze kestirdiğimiz unlu mamülleri yerken bir sepetin üstünde ‘Bolloz de leche (boyoz de leçe diye okunuyor)’ yazısını gördüm, yani sütlü boyoz. (ispanyolcada 2 ‘l’ harfi yanyana gelince ‘y’ diye okunuyor) Aaa dedim bizim Izmir’in boyozunun ismi burdan geliyormuş demek ki. Meğersem boyoz börek demekmiş. Bize gelmesi de Ispanya’dan göçen Sefarad yahudileri sayesinde. Dünya küçük işte, seyahat ve göçle daha da hızlı küçülüyor sanki, ne dersiniz?

Birilerine bir şehir sorarken ben hep şehir kelimesini kullanıyorum, yani ciudad diyorum. Ama eğer sorduğum yer anca bir köy ya da kasaba büyüklüğünde ise yanlış söylüyorsun, oraya şehir denir mi köy/kasaba orası; yani pueblo diye hemen beni düzeltiyorlar. 

İspanyolca iletişim kurmaya çalışmanın bu gezide bize şöyle de bir faydası oldu: Zorlandığım ya da zaman telaşı yaşadığım anlarda (arkamda birileri beklerken vs) İngilizceye dönmeye meyilim oldu, ama halkın İngilizce bilme oranı düşük. O yüzden aslında mecbur kaldığım için de zorlamış oldum kendimi. Ve bu sayede güzel yerler/sürprizler öğrenip görüp yaşayabildik. Me gusta hablar espanol!

Tam da yeri gelmişken bölgenin insanlarına övgü ve teşekkürlerimizi de dile getireyim. İnsanlar yardımcı, çözüm odaklı ve hep güleryüzlüler. Yardıma ihtiyacınız olduğunu anladıkları anda siz daha talep etmeden nasıl yardımcı olabilirim size diye yaklaşıyorlar. İspanya’yı ve İspanyolca konuşmayı sevmemin, sebeplerinden biri kesinlikle bu.

Bölgede keşfedilecek çok Ortaçağ kasabası/köyü var. Bulduğunuz gezi yazılarını okuyun, ama sürprizlere ve yeni keşiflere hep açık olun. Her şey bu yol nereye gider ki diye merak edip bir direksiyon kırmaya bakıyor. 

Olite’ten sonra hedef artık bölgenin en kuzey kısmı olan sahil şeridi idi. Seyahat süremiz ancak İspanya kısmının tadına bakacak kadar olduğundan Bask bölgenin Fransa kısmını başka bir geziye bırakmıştık. Fransa’ya sınırın İspanya tarafındaki Hondarribia kasabası kadar yaklaşabildik bu gezide. Kıyı bölgeye doğru yaklaşırken doğa değişti, yoğun bağ manzaraları yerini yoğun yeşil dağ yollarına bıraktı. Böylesi dağ yollarında araba kullanmanın keyfi de bir başka oluyor.

Fransa 1 km yazdıktan sonraki heyecanımı size anlatamam. Arabanın sigortası Fransa’yı kapsamıyordu, ilginç bir şekilde sigorta sadece Ispanya sınırları içinde geçerli idi. Fransa tarafına geçmeyeceğimiz için de ek sigorta yaptırmamıştık. Fransa 1 km tabelasını gördükten hemen sonra navigasyon bizi sanki sınır gececekmişiz gibi ucunda gişelerin olduğu yola soktu. Tabii anlık bir heyecan sardı bizi. Geri dönüşü olmayan bir yoldayız ve Fransa’ya ramak kaldı! Neyse ki köprüden önce son çıkış misali sağa ayrılan yolu gördük de heyecanımız hemen yatıştı. Yine de tam sakinleşmek için bir an önce Hondarribia’ya varıp bir kadeh bir şey içmeli, bir kaç Pintxos yemeliyiz 😊

Şehre girer girmez Fransız etkisini ilk önce mimaride görüyorsunuz. Evlerin çatıları, tasarımları aslında bir Fransız kasabası izlenimi yaratıyor. Şansımız her zamanki gibi yaver gitti, şehrin merkezinde bir park yeri bulduk ve bir asansör ile  eski şehir meydanına çıktık. İnternette bolca fotoğrafını görebileceğiniz meşhur Plaza de Armas meydanında şehrin alameti farikasi heykelin fotoğrafını çektikten sonra dar yollardan şehri keşfede keşfede deniz kenarına indik. Fransa sınırında olduğumuzu hatırlatan bir diğer ayrıntı da nerdeyse tüm tabelalarda Baskça, Kastilyanca açıklamaların yanına Fransızca da eklenmiş olması idi. Limanda Biskay Körfezi’ne bakarak bir Cava (İspanyol şampanyası) yudumladık ki hangi ülkede olduğumuzu karıştırmayalım. 

Bu arada, Fransızların Bask bölgenin İspanya kısmında bağcılığın gelişmesine katkıları çok olmuş tarih boyunca. Haro isimli şehre, mesela, elektriği ilk defa Fransızlar getirmiş. Bu sebepten özellikle de kıyı şeridinde Fransızca bilen sayısı da bir hayli çok.

Hondarribia’yı gezdikten sonra hedefte meşhur San Sebastian şehri vardı. Öğleden sonrayı San Sebastian şehrine ve okyanus keyfine ayırmıştık. Akşam da zaten burada konaklayacaktık. Bu arada, konaklama için hemen bir parantez açayım: Biz gezilerimizde rotamızı önceden belirlemiş olsak da son anda gördüklerimizde programı değiştirebilmeyi tercih ettiğimiz için ilk gece ve son gece konaklama dışında arada kalan günleri hep gezi sırasında ayarlıyoruz. O yüzden www.booking.com ve www.airbnb.com uygulamalarını da telefonumuzda hazır tutuyoruz. Bu da bir 2 Kafa-dar gezi geleneği :)

San Sebastian, bölgenin ve Atlantik okyanusundaki Biskay körfezinin en meşhur şehirlerinden birisi ve belki de en turistik olanı. Şehirde ayrı bir cazibe var. Vahşi, asi ve bir o kadar da çekici bir havası var. Kıyı boyu binalar ilginç bir şekilde okyanusla bütünleşmiş şekilde. Sahil boyu dalgakıran görevi gören kocaman taşların yarattığı manzara görülmeye değer. Açıkçası havanın da daha vahşi olduğu sonbahar ve kış aylarında bu şehri bir kez daha görebilmeyi diledim gezerken.

Gelmişken şehrin meşhur yarım ay şeklindeki Concha (Konça diye okunuyor) sahillerinde bir yarım gün okyanus keyfi de yapmak istedik. Concha sahillerinde aslında 3 ayrı plaj var. Bunlardan 1 tanesi sörf yapmak isteyenler icin ayrılmış. Biz sörf yapmadık, ama yapanları izlemesi de çok keyifli oldu. Plajlar çok uzun değil ama sahilin kum kısmı çok geniş ve ince kum sayesinde oturması keyifli. Bu bölgede plajlar hep böyle. O yüzden de içkinizi, kitabınızı alıp sahilde piknik yapmak, güneşi batırmak çok keyifli oluyor.

Plajda daha önceden aldığımız ekmek, jamon, peynir ve domates eşliğinde piknik de yaptık. Gün batarken artık toparlanmış, sahili yürüyerek şehrin merkezine ulaşmıştık. Tabii, şehre gelmişken adıyla özdeşleşmiş cheesecake’inden (la torta de queso) yemeden dönemezdik. Ama en iyisi nerede idi ki? Notlar almıştık ama yanımızda değildi. Eh dedik bir bilene soralım, nasılsa İspanyolcamız var 😊 Harika kokular yayan bir çikolata dükkanından içeri daldık, niyeyse en iyisini o müthiş çikolata kokularını yayan dükkan sahibi kadın bilir diye düşündük. Kadıncağız hiç cheesecake sevmediğini o yüzden de bilmediğini söyledi. Eh dedik, karşı dükkana soralım. Dükkanın sahibi adam ağzımızdan sular akarak sorunca hemen havaya girdi, en iyisi için çok yakındasınız dedi. La Viña (vinya diye okunuyor) diye bir mekan tarif etti. Hatta diyorum ya, bölge insanı çok yardımsever diye, belki ihtiyacımız olur diye lezzetli bir pintxos mekanı da önerdi fazladan. La Viña ile tanışmamız bu şekilde oldu. Dükkanı bulduğumuzda saat 19.00 suları idi. Ve daha açılmasına yarım saat vardı. Oysa ki dükkanda yemek yemek isteyenler çoktan kuyruk yapmışlardı sokakta.

La Viña küçücük ve sirkülasyonu çok yüksek bir mekan. İç kısım iki bölümden oluşuyor. Ön kısım pintxos ya da San Sebastian cheesecake yiyip bir şeyler içmek için daha bar havasında, arka kısım ise 5-6 masası olan adamakıllı bir restoran. Ön kısım hep ağzına kadar dolu idi. Abartmıyorum, her 5 dakikada bir fırından her biri 8-10 porsiyonluk mis gibi kokan ve görüntüsüyle bizi cezbeden 2-3 adet cheecasecake (la torta de queso) çıktı. Şanslı idik, mekana girdiğimiz an itibariyle mutfağa yakın 4 kişilik masada yer bulduk. Ama tabii 4 kişilik bir masada 2 kişi oturmak büyük lüks olurdu. Iki yaşlı teyze oturdu masamıza, izin isteyerek. Biz spor kıyafetli ve bütün gün gezmekten, sahilde yediğimiz rüzgardan gayet dağınık bir halde idik. Onlar ise yaşadıkları yılları gösteren yüz çizgilerinden duydukları gururu herkese göstermek istercesine renkli makyajları, özenli giysileri, kolye, küpe, yüzük vs eksiksiz takıları ile ışıldıyorlardı. Ve tabii gözlerinin içi gülüyordu. Bu sayede önce gözlerimizle sonra sözlerimizle sohbete başladık. Biri 89, diğeri 91 yaşında iki arkadaşlarmış. Çocuklarını büyütmüş evlendirmişler, ikisinin de torunları varmış. Her hafta mutlaka birlikte bir yere yemeğe giderlermiş. Biz sordukca, onlar anlattıkça merakımız iyice arttı hayatlarına. Bir ara  kendi aralarında Baskça konuşup konuşmadıklarını sordum. (Franco döneminde sadece Ingilizce gibi yabancı diller değil ülkede Kastilyanca dışında konuşulan tüm dillerin yasaklandığını biliyordum, ama o nesil Baskça biliyor ve kullanıyor olmalı diye düşünüyordum) Günlük hayatta Kastilyanca konuştuklarını, Baskçanın zor olduğunu söylediler. Okulda ne öğretiliyor günümüzde diye sordum, ay sormaz olaydım! İki teyze, iki ayrı bilgi söyledi. Biri dedi ki okullarda haftada 1 gün öğretiliyor, diğeri hemen itiraz etti, hayır her gün öğretiliyor diye. Aman Allahım nasıl bir tartışma başladı aralarında görmeniz lazımdı! Bir yandan gülmekten kendimizi alamıyoruz, bir yandan da hem dostluklarına hem sağlıklarına zarar verecekler endişesi yaşıyorduk. Keşke dilim dönmeseydi de İspanyolcaya, soramasaydım!! Bir süre tartıştılar, sonunda ikisi de kendi bilgilerinin en doğrusu olduğunu söyleyip konuyu kapattılar ve bir anda yeniden canciğer dost sohbetine başladılar 😊 Şimdi bu sahneyi hatırladıkça, yaşlı halime merakım ve 100 yaşımı görme hevesim iyice kabarıyor. 

Diyeceğim o ki, yolunuz San Sebastian’a düşerse San Sebastian cheesecake yemek için en doğru adres La Viña, hem ortam keyifli hem tatlılar bir harika. Bizim teyzeleri de görürseniz keyfiniz katlanır, bizden söylemesi.

Bu lezzetli(!) sohbetten sonra şehrin ara sokaklarını biraz daha keşfettik, iyice uykumuz gelince de arabamızı almak için otoparka gittik. Bask bölgede otopark tarifeleri çok ilginç. Dakikasına ücret ödüyorsunuz. Hani sanki bu bölgede bir dakikanızı bile boşa geçirmeyin, her dakikanın hakkını verin dercesine mesaj veriyor. Aslında hayat da böyle yaşanmalı be! Me gusta España, verdiğin mesajlar için hatta me encanta!

Güzel geçen bu günün rotası: Carcar-Olite-Hondarribia-San Sebastian idi.

Bir sonraki gün sabah erkenden San Sebastian’a veda edip Lekeitio isimli bir başka sahil kasabasına doğru yola çıktık. Biz gezilerimizde genelde otobanlardan kaçınıyoruz, köy ve dağ yolları her zaman tercihimiz oluyor. Böylece hem keyifli bir doğa hem de daha fazla şehir/köy/kasaba görme şansımız oluyor. 

San Sebastian-Lekeitiko arası altı üstü 60 km ama dağ yollarından gittiğimiz ve hız sınırına dikkat ettiğimiz için yaklaşık 2 saat sürdü. Ve o 2 saat nasıl geçti hiç anlamadık. Harika bir dağ yolu ve manzara eşliğinde yol aldık. Motorla yapmak isteyeceğiniz bir rota burası. Manzarayı, yeşili, kıvrımlı yolları, ve mis gibi havayı içime çekerken Kazdağları geldi aklıma ve önce gözüm doldu sonra da ülkemdeki cennet Kazdağlarını çorak topraklara çevirme heveslisi kişi, kurum ve ülkelere bir sürü saydırdım. Yol boyu tüm ağaçlar şahidimdir! 

Lekeitiko tarih boyunca korsanlara, balıkçılara ve denizcilere liman olmuş bir sahil kasabası ve Cittaslow (yavaş şehir) etiketli. Hepsinden izler var sokaklarında ve limanında. 8. ve 12. yüzyıllar arasında balina avcılarının ticaret noktası olmuş, ve Nordik ülkeleri ile kurulan ticaret ağları sayesinde finansal olarak zenginleşmiş. Tabii, bu durum korsanların da bu bölgeye/şehre ilgi duymalarına sebep olmuş. 19. yüzyıl itibari ile serbest ticaretin kısıtlanması, gümrük yükümlülüklerinin başlaması ile ticari gelir olumsuz etkilenmiş. Günümüzde balıkçılık kendi karnını doyurmaya yönelik sadece. Spor aktiviteleri ve gastronomi turizmi şehrin ana gelir kaynakları.

Lekeitiko’dan sonra yine dağ yollarından geçerek başka bir sahil kasabası Mundaka’ya vardık. Şansımıza tam da o gün ve o saatlerde yerel ürünler festivali yapılıyordu. Sahilde yöresel kıyafetler giymiş dev gibi cambazlar, ve müzik  eşliğinde halkla birlikte festivalin parçası olduk. Tezgahlardan birer beyaz sarap kapıp birkac pintxos ile de tatlandırıp Biskay körfezine bakarak keyif yaptık. 
Bundan sonraki durak Guernica (Gernika diye okunuyor) idi. Şehrin pek bir esprisi yok ama tarihsel önemi olduğu için bu kadar yakınına gelmişken görmeden gitmek olmazdı. Yıl: 1937. Yer: İspanya’nın Guernica kasabası. Franco, Nazi ve faşist İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarını Guernica üzerinde test etmesi için izin vermiş ve bombardıman başlamış. Bombardıman sonrası kasabada büyük bir katliam yaşanmış, o güne kadar görülmemiş şiddette olan bombalamalar Guernica'yı yerle bir etmiş. O dönemde Bask Hükümeti'nden yapılan açıklamaya göre ölü sayısı en az 1.654, yaralı sayısı ise 889. Bu vahşet İspanya’nın tarihinde kara bir leke olarak sonsuza kadar kalacak. Picasso’nun en politik eseri olarak adlandırılan ünlü Guernica tablosu da bu vahşeti insanoğluna sürekli hatırlatması için Madrid’de Renia Sofia Müzesinde sergileniyor.

Tablo ile ilgili bir anektod:

Katıldığı bir sergide Alman bir general Picasso’ya yaklaşır ve sorar:
''Bu tabloyu siz mi yaptınız?'' 
Picasso da:
''Hayır,’’ der, ‘’siz yaptınız.''
Guernika’dan sonra rotamızda UNESCO korumasında olan Gaztelugatxe vardı. O bölgeye gidip de bu doğa harikası yeri görmeden dönmeyin. 

San Juan de Gaztelugatxe adasını ilk gördüğümde bir film setine girdiğimi düşündüm. Sonradan öğreniyorum ki Games of Throne dizisinin bazı sahnelerine doğal set olmuş zaten.

Kelime anlamı ‘Kaya Kalesi ya da Kayaların üstündeki Kale’. Gaztelu: kale, aitz: kaya anlamina geliyor. Ada ve doğal olarak kale anakaraya insan yapımı bir taş köprü ile bağlanıyor. Önce 79 metre yükseklikten deniz seviyesine bir rampa yoldan iniyorsunuz, sonra taş köprüyü geçiyorsunuz ve 241 basamak çıkarak kalenin merkezine ulaşıyorsunuz. Efsaneye göre kaleye ulaş(abil)ip de çanı 3 kere çalabilenin dileği yerine geliyormuş. 

Tarihte, San Juan de Gaztelugatxe, İspanyol engizisyonunun verdiği kararlarla ölüme mahkum edilen kişilerin infazının yapıldığı ve infaza kadar bekletildiği bir yer olarak da kullanılmış.

Tabii, 9. yüzyıldan günümüze gelen bu doğa harikası yer beraberinde bir çok efsaneyi de günümüze taşımış. Deniz seviyesine doğru inerken patika yolun bir noktasında görebileceğiniz mavi taşlardan oluşmuş ‘bluestone’ çakıl mozaik, rengini denizden alırken denizcileri unutmamamız için yapılmış deniyor.

Deniz altında rengarenk resiflerin de bulunduğu Gaztelugatxe’yi bu bölgeyi keşfetmeye giderken mutlaka ziyaret listenize ekleyin. 

Gaztelugatxe’de büyülendikten sonra arabamıza döndüğümüzde gün içinde fazla bir şey yemediğimizi ve kurt gibi acıktığımızı farkettik. Baktık az ilerde bir sahil kasabası görünüyor (tepede olmanın faydaları, görüş açısı muhteşem 😊), hadi dedik orda bir pintxos bar buluruz nasılsa. Bakio şehriyle böyle tanıştık. Şehrin girişindeki halka açık park yerine arabamızı bıraktık ve hemen ilk gözümüze çarpan bara daldık. Geniş kum sahillerin kenarındaki bardan pintxoslarımızı seçip, daha önce aldığımız şarabı da bardaki arkadaşa açtırınca piknik sepetimiz hazır oluverdi. Çıplak ayaklarımızla kumsala yürüyüp bir kez daha Biskay Körfezine kadeh kaldırarak yemeğimizi yedik, güneşi batırdık. Park yerine gitmeden de başka bir bara girip bir kahve içtik.

Eh, hadi dedik gidip yatalım, nerdeyse gece oldu. Kalacağımız yer yaklasik 20 km mesafede. Otoparka gelince farkettik ki bu otopark paralı imiş, ve biz otomatı görmemişiz. Ceza kağıdı camımıza iliştirilmiş. Eh dedik n'apalım, otomatı bulduk ama nasıl çalıştığını anlamak mümkün değil. Nursero’nun da Türklük damarı kabarmış, boşver gidelim diyip duruyor. Olur mu hiç öyle şey? Hem ayıp hem de ceza plakaya geldiği için kiralama şirketi bizden onu fazlasıyla alır. Kahve içtiğimiz barda çalışan çocukla biraz sohbet etmiştim, dur dedim, gidip ona danışalım. Bara gittim, adama sordum, bana makinanın yan tarafında bir delik var oraya bu kağıdı sokun, ceza ödeme ekranı önünüze çıkacak dedi. Şu an çok müşterim var, siz bir deneyin, yapmazsanız tekrar gelin beraber gideriz diye de ekledi. Makinanın başına gittik, hava zifiri karanlık ama telefonun feneri sayesinde yanda kağıt sokulacak kısmı bulduk. Veeeee cidden ekranda ceza ödeme ekranı açıldı. Aşamaları takip ediyoruz ama tam kredi kartı sokup ödeyeceğiz, makina devam etmiyor. O arada yanımıza bir çift yanaştı, dediler ki makina kapandı, yarın sabah açılır. Nursero da hadi gidelim diye Türklük yapmaya devam ediyor. Bense, yooo bardaki çocuk bana yapabilirsiniz dedi diye İspanyolcama ve İspanyollara güvenmek istiyorum. Ya bir de metal para ile ödemeyi deneyelim dedik. Ama 10 euroluk madeni paramız yok yanımızda. Nursero, Türklüğü bir kenara bırakıp ekip ruhunu öne çıkaran şapkasını taktı ve bir koşu bara gidip çocuğa -olmayan İspanyolcası ile - kağıt para verip madeni para almak istediğini anlatmış. Bardaki çocuk Nursero’nun benim arkadaşım olduğunu anlamış, vermiş ihtiyaç kadar metal parayı, bizimki bir koşu geldi. Yine para ödeme aşamasına kadar geldik, bu sefer de metal para takılıyor makinanın içine girmiyor. Allahım bu bir kabus mu? Tam da bu sırada gökten zembille inmiş gibi bir kadın yanaştı yanımıza, nasıl yardım edebilirim diye sordu gayet sakin bir tavırla. Para girmiyor diye anlattık. Kadın birkaç saniye makinayı kurcaladı ve aynı sakinlikle sakin ‘aaaa’, dedi, ‘çekirdek girmiş para atılan bölüme!’ Ve sanki buna hazırmış gibi cebinden toka gibi bir şey çıkarıp çekirdeği yerinden oynattı, bu sayede paralar makinaya girdi ve cezamızı ödeyebildik. Ve kadın -aynı geldiği gibi- biz daha teşekkür edemeden kayboldu gitti.

O gece uykuya dalarken; yaşadığımız heyecana mı gülsem, bu heyecanı yaşarken sanki ana dilimmiş gibi İspanyolca konuşabilmeme mi sevinsem, kadının mucize gibi gelip gidişine mi şaşırsam, bilemiyordum. 😊

Unutmadan yazalım: Bu günün rotası: San Sebastian-Lekeitiko-Mundaka-Guernica-Gaztelugatxe-Bakio idi.

Derin bir uyku sonrası sabah erkenden uyandık hemen. Artık son günümüzdü ve park otomatlarının da bize öğrettiği gibi dakika kaybetmek istemiyorduk. Son günü Bilbao şehrine ayırmıştık. Müze gezdik, şehri arşınladık, kitapçı dolaştık, biraz alışveriş yaptık ve tabii pintxos yiyip şarap içerek günü tamamladık.

2 Kafa-dar 6 gecelik bu gezide araba ile 1.067 km yol yapmışız; kaç adım attık bilmiyoruz ama kalplerimize güzel duygular hatırlatan birer çentik atarak evimize dönüyoruz. 

Bekle bizi Ispanya, yeni bir rota ve artık aksanı da düzelmiş Ispanyolcamla yakında görüşürüz! Hasta luego!

Yeniköy, Eylül 2019