28 Ekim 2019 Pazartesi

FİLMEKİMİ 2019’un ARDINDAN...


Film festivallerinin büyülü atmosferinden epey zamandır uzak kalmıştım. Sadece izlediğimiz filmlerden aldığımız keyifle sınırlı değil tabii bu atmosfer- film aralarında tanımadığımız kimselerle filmler üzerine sohbetler, yine iki film arası alelacele karın doyurmalar, ve günün hakkı verildikten sonra Beyoğlu’nun lezzet duraklarında izlediğimiz filmin hissettirdiklerini düşünerek ve müziklerini mırıldanarak yenen yemekler/yudumlanan içkiler, salona ve diğer seyircilere saygı gösteren izleyiciler, organizasyonda çalışan ve gözleri pırıl pırıl gençler(üniversitede iken iyi ki festivallerde çalışmışım dedim yine kendime), hep yüksek heyecanla emek veren yer göstericiler, yer bulamayıp kaçan filmler festival sonrası gösterime girsin diye gündüz rakısıyla yapılan totemler(birkaçı tuttu 😊), alınan biletleri festival kitapçığında işaretleyip sonra sanki o kitapçıktan daha değerli bir şey yokmuş gibi sakınmalar ve daha nice detayla bu sene Istanbul Filmekimi’nin seyirci olarak parçası olmaktan çok keyif aldım. Uzun bir aradan sonra festival havası solumak çok iyi geldi!

Gelelim izlediğim filmlere:

İzlediklerim içinde beni en çok etkileyen film ‘Le Belle Epoque (Yeni Baştan)’ oldu. Son yıllarda izlediğim ve insana, insanı ve duygularını sımsıcak anlatan en iyi filmlerden biriydi. Kadrosunda tanıdık isimler var: Karizmatik Daniel Auteuil’in yanısıra, Guillaume Canet, Doria Tillier, yılların eskitemediği Fanny Ardant, Pierre Arditi ve Denis Podalydes ayrı ayrı göz dolduruyorlar. Yönetmeni, Fransız oyuncu, oyun yazarı, ve yanı zamanda tiyatro yönetmeni olan Nicolas Bedos. Bu Bedos’un ikinci filmi imiş. Film bittiğinde ağlamaktan ıslanmış yüzünüze yerleşen bir tebessümle yıllar içinde kendi değişiminizi ve değer verdiklerinizin değişimini anlamaya ne kadar çaba gösterdiğinizi düşünüyorsunuz. Kalbinizi oluşturan an(ı)ları yeniden yaşama fırsatınız olsa?  Umuyorum, festival sonrası vizyona girsin ve bu masalsı filmi izlemeyen kalmasın!

(Bu arada meraklısına not: Nicolas Bedos’un ilk filmi 2017 yapımı Mr. & Mrs. Adelman imiş. Filmi bulan benimle de paylaşırsa sevinirim. 😊

Bu festivalde 2 müzik adamının hayatını keşfetme fırsatı bulduk:

Bunlardan ilki Leonard Cohen’in ‘So long, Marianne’ şarkısına ilham olan Marianne Ihlen ile birlikte olduğu yılları ve bu yılların Cohen’in müzik ve sanat kariyerine ve tüm yaşamına etkisini anlatan ‘Marianne & Leonard: Words of Love (Marianne ve Leonard: Aşk Sözleri)’ idi. Daha önce yayınlanmamış fotoğraflar, videolar ve röportajlar ile müzik ve aşk dolu bir belgesel izledik. Film siyah beyazdı ama duygular rengarenk. Nick Broomfield’ın yönettiği bu belgesel filmin oyuncuları da tabii gerçek kişilerdi. Günün dördüncü filmi olarak izlesem de keşke biraz daha uzun sürseydi hissi ile salondan ayrıldım. 

Müzikleri, albümleri, eserleri ile dünyaya mal olmuş ve sanki hep sahne üstünde parlayarak yaşadığı sanılan sanatçıların hayatlarını iniş ve çıkışları ile bir bütün olarak okumak/izlemek hep daha ilham verici gelmiştir. İşte Miles Davis’in hayatını anlatan ve yer yer siyah-beyaz, yer yer renkli sahneleri olan belgesel film ‘Miles Davis: Birth of the Cool’ bu fırsatı verdi festivalde bize. Stanley Nelson’un yönettiği filmde hayalindeki müziği yapmak için engellere (ki engellerin başında ırkçılık var!) direnen Davis’i hem yaratıcılığa hem de hayattan kopuşlara ve başarısızlıklara yönlendirebilen aşkları, uyuşturucu bağımlılığı ile tanıma fırsatı bulduk. Irkçı gözlerin egemen olduğu bir dönemde müziği, giyim tarzı ve 'cool' bakış açısıyla topluma kafa tutan Davis'i aşkları, aykırı albüm kapakları, yorgunlukları, zaafları ve her düştüğünde kalkmasına yardım eden Allah vergisi yeteneği ile tanıdık, bir kez daha sevdik.

Tahmin edeceğiniz üzere, festival sonrası Ekim ayı bolca Leonard Cohen ve Miles Davis dinleyerek geçti 😊

2019 Cannes film festivalinde ‘En İyi İlk Film’ ve ‘En İyi Film-Eleştirmenler Haftası’ olarak gösterilmiş ‘Nuestras Madres (Annelerimiz)’ Guatemala’da 200.000’den fazla kişinin ölümü ile sonuçlanmış iç savaşın kalanlar üzerindeki etkilerini anlatan ve savaşın yıkımlarını bir kez daha altını çizerek anlatan bir film. Yönetmeni: Cesar Diaz. Aynı zamanda Belçika’nın 2019 Oscar adayı seçilen Nuestras Madres’in kadrosunda Armando Espitia, Emma Dib, Aurelia Caal, Julio Serrano Echeverria ve Victor Moreria var. Tanıtım kitapçığından alıntıyla: ‘Guatemela kültüründe hala geçerliliğini ve etkilerini yitirmeyen sözlü tarih anlatıcıları’ olarak savaşın tanığı ‘anlatıcı anneler’in yüz ifadeleri etkileyici idi. Gerçeği gerçek kişilerden dinlemek hep daha vurucu oluyor! Kurgusu çok iyi bir film, iç savaşın vahşet dolu komutanlarından birinin gayrimeşru çocuğu, savaşta sevdiklerini kaybedenlerin kemiklerini bulup sahiplerine teslim etmek için mi antropolog olmalı??!!

Festivalde kadrosunu görünce meraklanıp bilet aldığım bir filmdi ‘Roubaix, Une Lumiere (Suç Mahali).’ Yönetmen koltuğunda Arnaud Desplechin’in olduğu bu filmin başrolünde yine bir Fransız Roschdy Zem var. Festivalde bende çok fazla iz bırakmayan filmlerden biri oldu bu. Aynı şekilde, Ira Sachs’ın yönettiği, Fransız-Portekiz ortak yapımı olan ve kadrosu çok kuvvetli ‘Frankie’ de oyuncuları arasında İsabelle Huppert olduğu halde beni çok içine alamadı. 

Festivalde -özellikle- aksiyon filmlerindeki kurgularını giderek daha da sevdiğim Uzakdoğu filmlerinden de örnekler izleme çalıştım:

İlk izlediğim film Amerikan yapımı ama yönetmeni ve kadrosu Çinli oyunculardan oluşan ‘The Farewell (Elveda)’ idi. 2019 Sundance Festivali’nde Londra İzleyici ödülü alan film ‘based on an actual lie (gerçek bir yalandan esinlenmiştir)’ sloganı ile başlıyor. Ölümcül bir hastalığa yakalanan büyükanneye çaktırmadan son günlerini onun isteklerine göre yaşatma çabasına giren bir ailenin öyküsü bu. Bir kısmı Amerika’dan bir kısmı da Japonya’dan gelen kardeşler ve aileleri yeniden tek bir aile olarak doğdukları Çin kültüründe harmanlanmaya çalışıyorlar. Çokça gülümsetse de ölümün yaklaşmasının tedirginliğini sürekli taşıyan bir film. Yönetmen Lulu Wang kendi büyükannesinin hastalığından esinlenerek çekmiş bu filmi. Bulursanız izleyin derim.

Mutlaka izleyin diyeceğim bir diğer Uzakdoğu filmi ise ‘Lan Xin da Ju Yuan (Tehlikeli Oyun.)’ Siyah-beyaz çekilmiş bir Çin filmi olan Tehlikeli Oyun’u izlerken film içinde ne zaman oynanan tiyatronun içindesiniz ne zaman film senaryosunun bir parçasını izliyorsunuz, bilmek mümkün olamayabiliyor. Yönetmen Lou Ye’yi bu kurgudan dolayı film bitiminde alkışlamadan duramadık.

Uzakdoğu sinemasından izlediğim bir diğer film de Japonya yapımı ‘Hatsukoı (İlk Aşk)’ idi. Takashi Miike yönetmenliğindeki bu film aksiyon, eğlence, absürd ve hatta animasyon dolu bir ‘romantik şiddet!’ filmi. Kült filmlerden 'Ucuz Roman'vari film değişik ve vakit ayırmaya değer.

Şimdi yazarken farkediyorum ki filmlerimi seçerken ağırlığı Fransız sinemasına vermişim. Bir Fransız-İtalyan ortak yapımı olan ve Fransızca çekilen ‘Gloria Mundi’ de bunlardan biri idi. 2019 Venedik Festivalinde başrol oyuncularından Ariane Ascaride’ye En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandıran Gloria Mundi sıradan hayatların ve ailelerin nasıl ve neden talihsizliklere itilebildiğini anlatan ve iç burkan bir film. Yönetmeni: Robert Guediguian.

Bir diğer Fransız filmi de Claude Lelouch’un 1966’da Cannes’da Büyük Ödülü kazanan müthiş bir aşk filmi olan ‘Bir Kadın Bir Erkek’ filminin devamı olan ‘Les Plus Belles Annees D’une Vie (En Güzel Yıllarımız).’ Bu filmle, aşkın yaşı var mıdır diye sormaya gerek bile duymadan yoktur diyen yönetmen 53 yıl aradan sonra yine aynı oyuncularla (Anouk Aimee ve Jean-Louis Trintignant) yine sımsıcak, duygu dolu bir filme imza atmış. Müzikleri de çok etkileyici ‘En Güzel Yıllarımız’ı bulun, izleyin ve sevdiğinize sımsıkı sarılın!


‘A Vida Invisivel de Euridice Gusmao (Görünmez Yaşam).’ Mutlaka ama mutlaka izleyin diyeceğim bir başka film. 2019 Cannes Film Festivalinde En İyi Film-Belirli Bir Bakış ve 2019 Münih Festivalinde CineCoPro ödüllerini almış ve aynı zamanda Brezilya’nın Oscar adayı seçilmiş Karim Ainouz imzalı bu filmi festival kitapçığı ‘renk, ses ve müziğe boğulmuş bir gündüz rüyası’ diye anlatmış. Portekizce çekilmiş Brezilya-Almanya ortak yapımı ‘Görünmez Yaşam’ görülmeli, ki önyargının iki kadının hayatını (hemen her toplumda) nasıl etkilediği ve kadınların buna karşı sevgiyle nasıl mücadele edebileceği bir kez daha hatırlansın. Oyuncular Carol Duarte ve Julia Stockler’in oyunculukları karşısında şapka çıkarmamak işten bile değil!

Venedik Film festivali’nin kapanış filmi olan ‘The Burnt Orange Heresy (Yanık Portakal)’ filmini ben de -tesadüfen- festivalin son filmi olarak seçmişim kendime. Guiseppe Capotondi’nin yönettiği bu kara filmde kadro çok kuvvetli. Mick Jagger bile var desem? Donald Sutherland, Claes Bang, ve Elizabeth Debicki diğer önemli rollerdeki isimler. Açıkçası hemen öncesinde ‘Yeni Baştan’ı izlediğim ve hala etkisinde olduğum için bu filmin hakkını veremedim, emek verenlerden özür diliyorum.

Festivalde zamansızlıktan ve/veya bilet bulamadığım için izleyemediğim ama aklımın kaldığı filmler ise şunlar:
- Dolor y Gloria (Acı ve Zafer)
And Then We Danced (Ve Sonra Dans Ettik)
- Bacurau
- Gisaengchung (Parazit)
- Monos

Tabii bu filmler sonradan gösterime girsin diye yaptığımız totemlerin bazıları tuttu; Acı ve Zafer hemen festival sonrası gösterime girdi -ki bu ay bitmeden izleyeceğim- ve herkesin ağız birliği etmişçesine ‘çarpıcı!’ diye nitelendirdiği Parazit de 1 Kasım'da gösterime giriyor.

Yıllardır patlamış mısır sesinden izlediğim filmlere yoğunlaşamadığım için sinemaya gitmeyi pas geçen ben Filmekimi ile sinemanın büyülü dünyasına yeniden girmenin hazzını yaşadım bu Ekim ayında. Festivalin sloganı #SpoilerYeme yi de izninizle #MısırHeleHiçYeme diye güncelliyorum ki: 

Sinemayı -tüm büyüsü ile- sinemada izleyelim! 

Iyi seyirler....


28 Ekim 2019

Dipnot: Yazıyı yayınlama tarihine saygı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!


2 Ekim 2019 Çarşamba

Geziperest

Bu bloğu açtığımda farklı konu/duygulardaki yazılarımı paylaşırım diye düşünmüştüm. Zaman içinde farkettim ki bolca ve çoğunlukla gezi maceralarımı paylaşıyorum. E o zaman, başlığı değiştirmek lazım gelmez mi? Can yeğenim Mira beni 'Geziperest' diye tanımladığında çok hoşuma gitmişti. 

Onun izniyle bloğumuz artık yeni başlığı ile yoluna devam edecek.

Mira'yla birlikte yapacağımız gezilerin sayısının artması dileğimle: Yeni yollara yeni başlığımızla devam!

Yeniköy, 2019