27 Aralık 2022 Salı

 SİYAH-BEYAZ BİR FİLM ve GRİ ŞARKILAR


Lisbon Avrupa’nın en eski şehirlerinden. Bazı kaynaklar, hatta, en eskisi olduğunu yazıyor. Eskilik tabii sadece zaman çağrıştırmıyor şehri gezerken, öyle çok hikaye, anı, kültür, ses ve nefes geçmiş ki dar sokaklarından! Evlerin ferforje balkonlarına (hatta bazı mahallelerde asılmış çamaşırlara), duvarlardaki yıpranmış ama hala kendine dakikalarca baktıran seramiklerine, Tejo nehrinin limanlarındaki eski teknelere, kaşiflerin şehri olduğunu her daim söylemek istercesine her amblem/logoda kullanılan kullanılan gemi figürlerine, Fado şarkılarına, ikinci el kitap satan dükkanlara ve dükkanlardaki kitap kokularına kapıldıkça kaptırıyorsunuz kendinizi daha fazlasına.

Tabii, siyah-beyaz taşlarla sanat eseri gibi döşenmiş kaldırımların da payı çok büyük bu çağrışımlarda. Sadece 2 renkle bu kadar renk, duygu, desen yaratmak! Sadeliğin gücünü böyle arsız kullanmak! Çok güzel çok...Şehri sokak sokak keşfederken ilk baktığım şeylerden biri bu taşlar ve desenler. Keyif veriyor. Ama tabii, bu taşlara bakmamın sebebi her zaman romantik değil. Hava yağmurlu ise taşlardaki beyaz yoğunluğunu özellikle kontrol etmek gerekiyor. Zira, taşların beyaz olanı ıslanınca feci kayıyor! 😊 Taşının rengini söyle sana kayma olasılığını söyleyeyim.

Yağmur demişken: Burda tüm hava olayları (kar hariç) yoğun yaşanıyor. Güneş, sis, yağmur. Geçenlerde 2 gün sürekli yağmur yağdı, mecbur değilseniz evden çıkmayın uyarıları eşliğinde. Sel yüzünden bazı yollar, köprüler kapandı. Şehrin yeni kısımlarında altyapı yet(e)medi. İtfaiye nereye kime yetişeceğini şaşırdı. Bu arada, buraya yağmur zamanı gelecek olursanız boşuna çantanıza şemsiye koymayın. Türkiye’den getireceğiniz şemsiyeler burda işe yaramaz çünkü. Hem küçük kalır, hem de orta şiddette ilk rüzgarda delinir ve uçar gider. Burda büyük/geniş, örtüsü kalın materyalden şemşiye iş görüyor. Zaten adından belli: Şemsiye Portekizce’de ‘guarda-chuva (guarda şuva diye okunuyor) demek, yani yağmurdan koruyucu. Şemsiye ise adı üstünde güneş kesmek için icat edilmiş, parasol (güneş için). Aynı amaca hizmet etmiyor😊

Yağmur yağarken kimileri için hayat zorlaşırken benim için romantizm katlanıyor. Eğer evde ya da güzel bir kafede iseniz elinizde içeceğiniz ve fonda müzikle kitap okuyup, yazı yazmak ve Tejo Nehrine bakıp hayal kurmak çok keyifli. Lizbon’daki evimi sevme sebeplerimden biri de bu. Burda evim Alfama’da; şehrin en eski yerleşim yeri burası ve şehri keşfe gelenlerin gözde bölgesi. Burda binalar öyle sağlam inşa edilmiş ki 1755 depreminde tüm şehir yerle bir olurken Alfama ayakta kalmış. Altyapısı da iyi bu bölgenin, yağmur suyu hızlıca yeraltına iniyor (ordan da Tejo nehrine). Ne demişler: Eskiyse yenidir! Nerde o eski akıl ve işçilikler? 😊

Hazır yağışlı günler başlamışken (burda kış yok çünkü, Aralık bitiyor biz daha yeni sonbahar yaşıyoruz) ben de biraz müze ve kitapçı gezmelerime yoğunlaştım. Ne kadar çok kitapçı var burda diye düşündüğüm bir gün Haluk (Mesci) Hocam beynimi okumuş olmalı ki bana bir istatistik gönderdi: Şehirlerin kişi başına düşen kitapçı sayılarını karşılatıran bir grafik. World Cities Culture Forum’un yayınladığı indekse göre Lisbon 100.000 kişiye düşen 41.6 kitapçı sayısı ile aralarında Melbourne, Toronto, Tokyo ve Londra’nın olduğu listede açık ara ilk sırada. Ikinci sıradaki Melbourne’nun sayısı 33.9. Vay dedim! Hoşuma gitti. Sonra başka istatistikler de buldum. Basılan yeni kitap sayısı, okuma oranı, kitaba harcanan para vs. Tüm bu kriterlerde Portekiz ve Lizbon hep ilk 10un içinde. Hem deli hem dolusun be Lisbon!

Kitapçılar içinde en meşhuru (ve turistik olanı) Livraria Bertrand. Mimarisi çok güzel. Aynı Lisbon sokakları gibi bir labirenti andırıyor binanın içi. İnce uzun bir ağaç gövdesinden sağa ve sola ayrılan dalları anımsatıyor bana. Çünkü her sağ ve sol dalda başka tür kitaplar yerleştirilmiş. Gövdenin en sonunda ise küçük ve sevimli kafesi var.

FX’teki Der Levagar da hoşuma gitmişti. Derin ve heybetli idi. Şehirde çok sayıda ikinci el kitap satan kitapçı da var. (Bir Pazar günü, izniniz olursa kapatacağız uyarısı ile çıktım birinden, vakit nasıl geçmiş anlamamışım tüm gün 😊)Keşfetmeye gidince Porto şehrindeki Livraria Levro (Google’dan aratıp bakın resimlerine, sırf o mimari için bile gidilir!) ve Braga’daki Centesima Pagina da zaman geçirilecek kitapçılar listeme alındı.

İkinci el kitapçıda o kadar uzun kalmamın sebebi Capo Verde ile ilgili bir kitaba rast gelmemdi. Yıllar önce bir Afrika ada ülkesi olan Capo Verde’ye gitmek istemiştim. Cesario Evora ve Buika hayranlığı onların ülkesini görmek için büyük istek yaratmıştı. Ama kısıtlı sayıdaki uçuşlar yüzünden planlayamamıştım. Yıllar sonra Lisbon’da ikinci el kitap satan bir dükkanda, uzun zaman Portekiz sömürgesinde kalmış, bu ada devleti hakkında bulduğum kitap bana tekrardan bu hevesimi hatırlattı. Yeni rotalara yelken açacak bir şeyler büyüyor içimde, hissediyorum 😊

Gelelim Portekizlilerle olan iletişimime: Dili öğrenmeye ve öğrendikçe de konuşmaya çaba gösteriyorum, sürekli. Geçen gün evde çalışırken kapı çaldı. Tanımadığım biri. Meğerse su sayaçlarını okumakla görevli kişi imiş. Yarı Portekizce yarı İngilizce konuştuk. Onun garaja inebilmesini sağladım ki su sayaçlarını okuyabilsin, asansörle garaja inebilmek için özel bir anahtara ihtiyaç var çünkü. Bizim apartman onun son adresi imiş, işini bitirip tatile girebildiği için mutlu olduğunu söyledi ve artık her ay hep benim zilimi  çalacağını. O zaman dedim, bundan sonra Portekizce konuşalım. Bakalım, gelecek ay kapımı çalacak, ve ben ne kadar konuşup anlayabileceğim.

Sokaklarda yaşı büyük çok insan var. Alışverişlerini filan hep kendileri yapıyorlar, hoşuma gidiyor onları böyle hayatın içinde görmek. Burda sokaklar onlarla güzel. Bazen elinizdeki paketlere yardım edeyim mi diye soruyorum. Öyle güzel teşekkür ediyorlar ki! Ben teşekkür ederim, Portekizce konuşmama sebep olduğunuz için demeye dilim yetiyor da sizler böyle sıcak davranınca evde hissediyorum kendimi, elde/gurbette değil demeye yetmiyor Portekizcem daha. O da olacak. Her şey çok güzel olacak! 😊

Bu ay Ulusal Çini Müzesi (National Tile Museum/Museu Nacional do Azulejo) ve Saramago Müzesini detaylı gezdim.

Ulusal Çini Müzesi, şehrin dışına doğru yer alan eski bir manastırın içinde. Çinilerdeki desenler ve görseller yaşanan dönemlerle birlikte farklılaşıyor. Şehri gezerken gördüğüm çinileri artık hangi döneme ait olduğunu anlayarak gezmek için iyi bir ziyaret oldu. Kısa süreli de olsa turistik gezi yapan herkese şiddetle öneririm bu müzeyi. Şehrin ruhunu anlamak için önemli. Müzedeki en öğretici eserlerden biri 1755 Depreminden önceki şehri panoramik olarak gösteren ve önemli binalarını anlatan çini eser. Portekizliler Azulejo diyor çini yerine, ama bina kaplama sanatı diye çevirmek daha açıklayıcı sanki.

Saramago Müzesi ise, adından da anlaşılacağı üzere Portekiz’in gurur duyduğu ve tüm dünyanın keyifle okuduğu Nobel ödüllü yazar Jose Saramago’nun hayatını ve eserlerini anlatan bir müze. Nispeten yeni bir müze ama içinde bulunduğu bina, Casa dos Bicos, şehrin en eski binalarından (1523 yılı) ve Art Nouveau tarzında inşa edilmiş. Binanın giriş katında ücretsiz bir arkeolojik kalıntı sergisi de var. Bu bina evime yürüyerek sadece 5-6 dakika mesafede; sık sık önünden geçmek ve binanın dış cephesinin nerdeyse yarısını kaplayan Saramago posterine selam vermek çok hoşuma gidiyor.

Başlıkta yazıp da Gri Şarkılardan bahsetmeyi unuttuğumu sanmayın. Bugünlerde öğrendiğim en etkileyici şeyi en sona sakladım:

Kanada’da yaşayan Haluk (Mesci) Hocam bir süredir her yıl değişiminde bize bir radyo programı yapar. Bu sene ondan ses çıkmayınca biraz dürtmüştük, 25 Aralık akşamı Clubhouse uygulaması üzerinden bir yayın yaptı. Online radyo programı Naylon’da, radyonun kurucusu Cenk Atayeter ile. Offf ne yayındı! Önce büyük bir sürpriz yapıp bana şahane bir Fado şarkısı gönderdi Hocam: Diana Vilarinho’nun kendi adını taşıyan albümünden. Gözümü açmadan dinledim. 2023 yılında Lizbon’da canlı izlemek şart oldu bu kadını.


Hemen üstüne de adını bu yazının başlığını belirlediğim renklerden alan Gülay’ın ‘Gri Şarkılar’ albümünden 2 parça çaldı. 2 gündür kulaklarımda Gülay, Lisbon sokaklarındayım. Bu kadar mı yakışır bu gri Fado tadında şarkılar bu siyah-beyaz sokaklara!

Renklerin ve notaların mesafe algısını değiştiren bir gücü de var. İddia ediyorum, Kanada ve Portekiz keşifler çağından beri hiç bu kadar yakın olmamıştı.

Çok yakında Kanada’yı yakınlaştıran bir diğer önemli etken kuzenimle yaşadığım Lizbon’u anlatan yazımda buluşmak üzere....

Mehlika Ö. Babaoğlu

Lizbon, 27 Aralık 2022

1 Aralık 2022 Perşembe

 

AŞK GEMİSİ (LOVE BOAT)

Yazının başlığı ile yaşımızı ele veriyoruz ama olsun: Aşk Gemisi (orjinal adı Love Boat) dizisini hatırlayanlar el kaldırsın.

Yaşı tutmayanlara da hemen bir parantez açayım: Aşk Gemisi, ilk bölümü 1976 sonlarında, son bölümü 1990 yılında gösterilmiş toplam 14 sezonluk bir romantik komedi dizisi idi. Bana çocukluğumu hatırlatan dizilerdendir. MS Pacific Princess adından lüks bir cruise gemisinde geçer, her yapılan seferde mürettebatın farklı yolcularla yaşadıklarını anlatır. Bilim kurgu, fantastik, vurdulu kırdılı senaryoların popüler olduğu günümüzde pek ilgi çeker miydi bilinmez ama biz çocukken dizinin yeni bölümlerini sabırsızlıkla beklerdik.

Lisbon’a taşındığım ilk gün bu diziyi hatırladım, andım. Çünkü Tejo Nehri’ne bakan evimin tam önünde bir liman var ve bu tür cruise gemileri yanaşıyor. Her sabah bu gemilerin bir yenisi geliyor, yolcular inip Lisbon’u ziyaret ediyor, akşama doğru yolcular bindikten sonra da düdüğünü kocaman öttürerek veda ediyor ve başka bir şehre/ülkeye doğru yol alıyor devasa gemiler.

Taşınmamın üçüncü günü eve internet bağlanmıştı ve TV kanalları da aktif hale gelmişti. O gün akşam giden cruise gemisinin ardından el salladıktan sonra televizyonda ilgimi çekecek ve Portekizcemi de geliştirebileceğim hangi kanallar/programlar var diye bakarken ne buldum dersiniz? Aşk Gemisi! Çölde serap görüyorum sanmayın, vallahi de billahi de oynuyor. Memoria kanalında her akşam bir bölüm gösteriliyor. Orjinal dilinde, İngilizce; ama Portekizce alt yazı da var. Her sabah evimin önüne gelen gemiye günaydın diyorum, akşam o düdüğünü öttürüp hoşçakal deyince arkasından el sallıyorum ve açıyorum televizyonu Aşk Gemisi’nden bir bölüm izliyorum. Vallahi değmeyin keyfime 😊

Gelelim yeni keşiflerimize:

Websummit’in bitiminde Ahenk İstanbul’a dönmeden önce boş bir Cumartesi vardı. Kongre merkezine gidip gelirken ve akşamları vakit buldukça bir miktar Lisbon’u yaşayabildiği için hadi dedik çok methini duyduk/okuduk masal şehri Sintra’ya gidelim.


Açıkçası görülmesi gereken saraylar, turistik binalar/yerler hakkında bir şeyler okumuştuk ama ikimiz de biraz gidişine bırakmak istedik sanırım, çok da detaylı plan yapmadan yola çıktık. Rossio’daki tren istasyonundan kalkan treni kullanarak 40 dakikada Sintra’ya vardık. Havanın güzel bir sonbahar olması ve tabii haftasonu etkisi ile Sintra biraz kalabalıktı (ya da belki hep böyle). İkimizin de ruhu yabani olunca bir biraz alternatif bir Sintra gezintisi yaptık. Normal yolları kullanmak yerine orman sapaklarından dalarak Unesco korumasına alınmış eserlerin olduğu yerlere çıktık ama kalabalığa karışmak istemediğimz için bu sarayların içini gezmedik. Tabii ki tekrar gideceğim ve detaylı gezeceğim bütün o tarihi yapıları, o zaman kendi gözlemlerimi daha çok aktaracağım ama şimdilik şu kadar söyleyeyim:

Sintra’ya girince kendinizi bir masalın içine bırakılmış gibi hissediyorsunuz. Unesco korumasına alınmış Pena Sarayı ve Regaleira Sarayı’nın dıştan görünümleri bile sizi Ortaçağ zamanlarına taşıyor hemen. Regaleira’nın bahçesindeki 27 metre derinliğindeki ters kuyu merakımı cezbetmedi diyemem ama daha az kalabalık bir zamanda gelmeyi tercih ettim sanırım. Ahenk de benzer görüşte olunca muhteşem bir doğa yürüyüşü ile bu iki sarayı dışardan gördük, tepeden Mouros Kalesi’ni kuşbakışı izledik ve bu yürüyüşü yaparken deli sohbet ettik. Özlemişiz birbirimizi, Sintra’da beraber zaman geçirmek bize çok iyi geldi.


Sintra’ya bir sonraki gidişimde bu tarihi sarayların içini gezmek ve sizlerle hikayalerini paylaşmak dışında bir not daha düştüm aklıma: Avrupa kıtasını en batı noktası olan Roca Burnu (Cabo da Roca)’na da gideceğim. Sintra’ya otobüsle 30 dakika mesafede olan Roca Burnu keşifler çağına kadar dünyanın da en son noktası sanılıyormuş. Ne zaman ki Atlas Okyanusu geçilmiş, başta Amerika olmak üzere başka kıta ve ülkeler kefedilmiş, mertlik bozulmuş. Roca Burnu dünyanın en uç noktası değil artık ama her daim Avrupa’nın en batısı.

Ahenk’i arkasında Tejo nehrinden alınmış su dökerek uğurladım ve yeni haftaya başladım. Yeni haftada hedefimde sağlık sistemine kayıt olmak vardı. Pardon! Sağlık sistemine kayıt olmak için süreci başaltmak vardı. Yok öyle hızlı hızlı, paldır küldür yaşamak. 😊 Söz verdim öğreneceğim bu sakinliği.

İlk önce Junta’ya gidip adres kaydı yaptırmam gerekiyormuş. Gittim de. Çalışanlar ağırkanlılar familyasının pratik olmayanlar kolundanlar. Bakışlarından belli 😊 Olsun, tatlı dille hallederim her şeyi. Orta yaşı biraz geçmiş Ingilizce bilmeyen bir görevliye denk geldim. Portekizcem henüz yetmediği için arka taraftan gençten bir görevliden yardım istedi. Ay ama genç dediğin biraz atak olur, kanı deli deli akar, çözüm üretir! Benden kira sözleşmemi, pasaport kopyamı ve kira ödemesini gösteren dekontu istedi. Dekont hariç hepsi yanımda idi, hem de yalakalık olsun diye renkli fotokopi hazır etmiştim! Ekstradan bir de evin elektrik faturasını almıştım yanıma, hani orda yaşadığımı anlasın diye. Yok! Abi, Nuh diyor peygamber demiyor, illa kira dekontu istiyor. Bankamdan mail istedim, işte dekont diyorum, bana çıktı lazım diyor. Size mail atsam da 1 sayfa altı üstü, siz çıktıyı alsanız. Ih ıhhh! Tamam sakin olacağım da bu da çok değil mi ya diyerek çıktım ordan. Eve geldim, - lazım olabilecek evrakların çıktılarını almıştım, belki evde vardır diye -ama dekont yok. Yakında çıktı alabileceğim bir yer bulur muyum diye bakınarak yürürken mahallemizdeki butik otelin resepsiyonundakilerden yardım istedim. Tabii ki gayet kibar bir şekilde yardımcı oldular.Aldım dekontu elime, ikinci raund için hop tekrar Junta’da delikanlının önündeyim. Ama arkadaş tutturdu bu sefer de bu dekont Türk bankasından, bizim istediğimiz format bu değil diye. Canım bak, serbest ekonomi diye bir şey var, dünyanın hangi bankasından ödemek istersem kiramı ordan öderim, diplomatik kriz yaratma, ülkeleri böyle ötekileştirme dercesine tonumu yükseltiyordum ki artık bu kadarına ben de dayanamayacağım diyen orta yaştaki görevli uzatma artık dercesine (bence dedi hatta ama benim Portekizcem yetmedi anlamaya! 😊) bir el salladı ve halletti işimi. Oh be! Ne varsa eski topraklarda var! Halletti dediğim talebimi sisteme girdi, yok öyle aynı gün evrağı vermek. Sordular, eğer 24 saat sonraya istiyorsam (ki bu acil demek oluyor, gülmeyin valla billa!!) daha fazla ödemem gerekiyormuş, yoksa 5 Euro ödeyip 5 gün sonra alabileceğim. Ay dedim, siz hiçbir şeye acele etmiyorsunuz da benim başım kel mi? Yok acelem dedim, beklerim. Gıcıklığım tuttu. Çıktım Junta’dan, en azından ilk aşamayı hallettim diyerek. Ama şu an yavaş olamam, kimse kusura bakmasın, hızlıca gidip bir koca kadeh şarap içmeye ihtiyacım var!

Ertesi hafta evrağı almaya gittiğimde aynı genç arkadaş bana o evrağı götüreceğim sağlık merkezinin adresini tarif edince kibarca affettim onu ama. Dostuz artık 😊 Yine de 'Hadi Hızlanalım-101' dersime kendisini kaydettim, ve tamamen ona özel İstanbul’daki mahallemin muhtarını bu derse konuk konuşmacı olarak getireceğim. Meslektaşından öğrensin, hızlı ve pratik nasıl olunur. Ben ne desem boş! 😊

Bu arada, sağlık sistemi numaramı almak için acaba kaç hafta bekleyeceğim bakalım diye düşünüp konuyla ilgili bilimum espri yaptıktan sonra, gittiğim merkezdeki görevlinin açıklamaları ile gönderdiğim maile 24 saat geçmeden içinde sağlık numaram yazan cevap gelince utandım vallahi. Ayıp bana!

Her hafta şehirde en az bir müzeye vakit ayırmaya çalışıyorum. Bu hafta Caluste Gulbenkian Museum’u ziyarete gittim. Tekrar tekrar da giderim. Öyle güzel!

Müzenin kurucusu İstanbul Üsküdar doğumlu bir Ermeni olan Kalust Sakis Gülbenkyan. Gülbenkyan, jeoloji mühendisliği okumuş ve Birinci dünya Savaşı sırasında Osmanlı diplomatlığı yapmış. Osmanlı zamanında belli bölgelerde petrol yataklarını araştırıp bulan kişi. Dönemin padişahı II. Abdülhamid’den izin alarak Basra ve Bağdat civarlarında petrol aramış ve bulmuş da. Kolay olmamış tabii bu süreçler. Ama yılmamış ve uzun uğraşlar sonucu Türk Petrol Şirketi (Turkish Petroleum Company)’ni kurmuş ve % 5 ortak olmuş. Bu sebepten dolayı ‘Bay Yüzde Beş’ olarak da anılıyor.

II. Dünya Savaşı ile Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan Gülbenkyan bir süre birkaç farklı ülkede yaşadıktan sonra Lizbon’a yerleşmiş. Bu kararı vermesinde Lizbon’un İstanbul’a benzemesinin büyük payı olduğu söyleniyor. Burada adını taşıyan Gülbenkyan Vakfı’nı kurduktan hemen sonra da 6.000 parçalık paha biçilmez koleksiyonunun tamamını bir müze kurarak herkesle paylaşmak istemiş. Bu hayali ancak ölümünden 14 yıl sonra doğumunun 100. yılında, Ekim 1969’da açılabilmiş.

Müze binası büyük bir bahçe içinde. Öyle ki bahçenin içinde müze binası, bir amfi tiyatro, yürüyüş parkurları ve vakıf binası da mevcut ve minimalist ve doğayla bütünleşik bir mimari anlayışla tasarlanmış.

Müzede Antik Mısır Eserleri, Greko-Romen Eserler, Doğu İslam Sanatı Eserleri (içinde İznik çinileri ve Bursa dokuması halılar da var), Ermeni Sanatları, UzakDoğu Sanatları, Avrupa Sanatı, Rönenas, 18. yy Sanatları,Francesco Guardi resimmleri, Fransız ve İngiliz Heykelleri ve 19.yy sanatları farklı farklı salonlarda sergilenmekte.

Müze Pazar günleri saat 14.00 itibariyle ücretsiz gezilebiliyor. Müzeyi keşfettikten sonra alt kattaki kafede güzel manzara eşliğinde bir kahve içmeden çıkmayın derim.


Gelelim Portekizce öğrenciliğime: Her gün çalışıyorum. Bazen acaba İspanyolcam geriler mi, unutur muyum diye korkuyorum da. Geçen sokakta bir amca durdurdu. Portekizce bilmiyorum dedim ama Portekizce! Amcayla bakıştık, gülüştük. Bakalım, azimliyiz, öğreneceğiz. Mottomuz (AFAD’ın deprem tatbikatına gönderme olsun diye): Vur, kır, konuş!

Bu arada, ben bu yazıyı tamamlarken Portekiz Dünya Kupasında ilk 16’da yerini aldı. Força Portugal! Futbol çok önemli bu ülkede. Maça yetişemeyenler sokakta ellerinde telefon yürürken izliyordu, kadın/erkek/çocuk hep birlikte.

Yaban(i) ellerde hayat böyle devam ediyor işte. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...

Lisbon, 29 Kasım 2022

4 Kasım 2022 Cuma

 WILD WEST WORLD (WWW)

Hani kendimi film setinde hissettiğim için Batı Yakası Hikayesi diye başladı ya Portekiz ve Lisbon yazıları, bu haftaki yazımı www.WildWestWorld.com temasıyla paylaşmak daha uygun olacak sanki. Çünkü her şeyden önce bu şehirde şahane bir vahşilik var. Okyanus etkisinden belki de havasında ve suyunda, Malta taşları sayesinde karada; yollarında, sokaklarında, ruhunda, duvar resimlerinde, mimarisinde, her şeyde! Ayrıca, bu hafta Lisbon’da, adresleri www ile başlayan teknoloji şirketlerinin buluştuğu dünyanın en büyük ve meşhur etkinliklerinden biri olan Websummit vardı. Farklı kıta ve ülkelerden 70 bin (belki de daha fazla) kişinin gayet yüksek bir katılım ücreti ödeyerek gelip takip ettiği bir organizasyon. Şehrin çekirdek nüfusunun 500 bin olduğunu düşününce katılımcı sayısının sokaklarda metrekareye düşen insan sayısını nasıl artırdığını varın siz hesap edin. Benim evimde de nüfus patlaması yaşandı. Çünkü İngiliz Dış Ticaret Ofisinin Türkiye organizasyonunu temsilen etkinliğe gelen arkadaşım Ahenk (Dereli) bende kaldı, evim şenlendi.

Websummit, büyük ve köklü teknoloji şirketlerinin yanısıra yeni iş fikirlerinin, start-up şirketlerin buluştuğu dev bir platform. 2016 yılından beri her sene Lisbon’da yapılıyor(muş). Çok sayıda panel, konuşma, etkinlik, gece sunumları ile yoğun bir program.

Gururdan zıplatacak bir haber vereyim hemen bu seneki Websummit’ten: Birleşik Krallık Dış Ticaret Bakanlığı’nın düzenlediği TechRocketship Awards  yarışmasında birinci bir Türk firması oldu! 250den fazla fikir arasından hem de. Nadide bir-inci! Fikrin ve şirketin sahibi Ömer Bey ile ödülü aldığı günün akşamında yemek yedik, keyifli anlatımı ile hikayesini dinledik. Vay be! Şimdi yazarken bir kez daha koltuklarım kabardı!

Yarışma, düzenleyen kurum, yarışmacılar ve tabii birinci olan Türk şirketi ENBIOSIS ile ilgili daha fazla detay öğrenmek isteyenler aşağıdaki linke dalabilir:

https://www.linkedin.com/posts/department-for-international-trade_top-3-winners-activity-6993988480083058688-RoRs?utm_source=share&utm_medium=member_ios

Websummit’i uğurladık, dönelim şehir maceramıza. Sevgili makiniste, Batı Yakası Hikayesi’nin bu bölümünde ne göstereceksin dediğimde, hadi LX Factory’ye gidelim, seveceksin demişti. Google’a sordum hemen, nasıl bir yer diye.

Şehrin Alcantara bölgesinde (yerleşim için yeni binaların sayısının hızla arttığı, 25 Nisan Köprüsü’nün bacağına yakın bir bölge) 1846 yılında bir iplik ve kumaş fabrikası kuruluyor, 23.000m2 lik bir alana. Zaman içerisinde el değiştirerek bir yemek işleme şirketine geçiyor fabrika. Günümüzde içinde 50den fazla tasarım dükkanı, kitapçı, lokanta, kafe ve bar bulunan bir hipster mekanı. Bir sanat ve eğlence sokağı. Hani bu şehrin cezbeden bir vahşiliği var diyorum ya, LX Factory’de de bunu görüyor, hissediyorsunuz. Mekana giriş yaptığımız kapılardan birinin yanındaki duvardaki görsel nasıl vahşi, nasıl çekici, nasıl etkileyici! Dakikalarca baktım durdum. Ben gündüz halini gördüm ama gece vintage mekanlardaki özel ışık ve ses şovları ile başka bir deneyim de sunuyormuş. Bir sonraki sefer akşam saatlerinde ziyaret edilecek diye notumu da aldım. 

Gezerken en dikkat çekici mekan Livraria Ler Devagar isimli kitapçı oldu. Doğal olarak, bir kitapçıda görmeyi beklediğiniz şey bolca kitap ama bu kitapçı başka. Hani vahşi dedik ya! Yerden tavana kadar kitap kaplı. Üstünüze kitap yağarcasına tüm duvarlar. Mekanın ortasında da tavanda bir bisiklet asılı, ve sanki hareket ediyor hissi veriyor. Kitap okuyun, özgürleşin, ruhunuz uçsun, daldan dala konsun der gibi. Ler (Portekizce okumak) özgürleştirir der.

LX Factory içinde Rio Maralvinho isimli mekanın terasında içkinizi yudumlayarak gün batımı izlemek çok keyifli oluyor diye de okumuştum ama o gün gün batımında şehrin başka bir bölgesinde programım olduğu için bir sonraki ziyaretime bıraktım. Nasılsa buralıyım, burdayım, yine gelirim 😊 Bu arada, bu buralıyım, burda yaşıyorum hissi çok hoşuma gidiyor, görmemişler gibi her fırsatta herkes de anlasın istercesine neler neler yapıyorum bir bilseniz! Sokağa her çıktığımda ya da eve geldiğimde açıp mektup gelmiş mi diye günde en az 2 kez posta kutumu (benim posta kutum çünkü o 😊) kontrol ediyorum. Her şey bu kadar online iletişime dönmüşken kim bana sürekli, her gün her gün mektup gönderecekse! Evin faturaları deseniz, zaten doğaya saygımızdan online gönderiliyor. Ama olsun kutuyu kontrol etmek iyi geliyor 😊 Ya da marketten alışveriş yaptım, eve yürüyorum di mi? Dış kapıyı açarken elimdekileri yere bırakmadan (çünkü ben burda yaşıyorum, evime alışveriş yaptım, bakın, turist değilim 😊) geçen tramvaydaki turistlere gülümsüyor, el sallıyorum. Elimde marketten alınmış şarap şişesi bir gün kapıyı açarken düşüp kırılınca göreceğim günümü, ama olsun. Gülü (görgüsüzce) seven, cam kırıklarına katlanır!

Bu şehirde sürekli geçmişle günümüz ve gelecek arasında geçişler yaşamak mümkün. Yaşanmışlık dolu sokaklardan geçerken geçmiş anılara dalıyor, bugünü yaşarken, gelecek için hayaller kuruyorum hep. Ve bu his bu şehri her gün daha fazla sevmeme sebep oluyor.

LX Factory’de gezerken bir tasarım dükkanın vitirininde topaç gördüm! Topaç (portekizcesi piao) ve sapan (fisga) benim çocukluk anılarımın simgelerinden. Ahşap topaçların artistik fotoğrafını çekeyim diye dükkanın içine girip yanıbaşında yine tahtadan yapılmış sapanları görünce iyice keyfim yerine geldi. Yıllar var ki topaç elime almamıştım, dükkanın içinde topacın birini bir döndürdüm! Zaman da geriye döndü, çocukluk günlerime gitti:

Sen kızsın, o yüzden topaç çeviremezsin diyen mahalledeki erkek arkadaşlarıma inat, tam 3 gün uğraşıp onlardan daha iyi ve havalı topaç çevirmeye başlamıştım. Benim için topaç demek başarı demek, özgürlük demek, vazgeçmemek, iyi ki kadınım, ne yapmak istersem onu yaparım diye hayata kafa tutmak demek.

Sapan ise biraz tehlikeli anılar saklıyor! Anneanemin ve dedemin evinde yan bahçede evi olan çocuklardan ceviz ağacımızı kıskanır, sakınırdım/k. Dedem dikmiş, büyütmüş o ağacı, çok kıymetli idi, paylaşmak istemezdim/k meyvesini.  Ama ağacın cevizleri öyle lezzetli idi ki (ve tabii yasağa inat) yan komşuların çocukları çalmak(!)  isterdi her fırsatta. Benden büyük, ve bizden sayıca çok oldukları için savunma silahları hazırlamıştık kardeşler ve kuzenlerle. Ah utanarak söylüyorum ama o tahta sapanlarla metal ve çok acıtıcı kurşunlarla az can yakmadık, az atış yapmadık yan bahçedeki çocuklara!

(Bu arada sapanın Portekizcesi fisga Türkçe'ye fiske vurmak olarak geçmiş olabilir mi?)

Tüm bu anılar canlanınca oturdum bir mekana, ısmarladım yeşil şarabımı (Portekiz’e has bir şarap bu, tamamen yerel üzümlerden yapılan), önce anneanneme ve dedeme, sonra ceviz ağacımıza ve çocukluk anılarıma renk katan herkese kadehimi kaldırdım. Canını  acıttıklarımdan da özür diledim, valla billa, ama onlar da cevizlerimize göz koymasa?! 😊

LX Factory, şehrin iki yakasını birbirine bağlayan modern 25 Nisan Köprüsünün altında geçmişe yolculuk yapmamı sağladı. Sevdim bu mekanı, tekrar tekrar giderim.

Evime yaklaşık 5 kilometre uzaklıkta LX Factory. Giderken ve dönerken yaya idim. Dönüşte bayağı yoruldum. 6 haftadır araba sürmüyorum, ve eve yaklaştığım sırada araba sürmeyi, ve araba sürmenin verdiği özgürlük hissini özlediğimi düşünürken mahallede bir başka vahşilik gördüm. Bir Jaguar! 4 tekerli, yeşil renkli, şahane bir model. Türünün ilk örneklerinden. Diyorum size bu şehir vahşi ve çekici. Yaban hayatı seviyorum! 😊 Eu gosto de animais selvagens...


Lisbon’da hava şimdilik çok güzel gidiyor. 6 haftada, sonbahar mevsiminde olmamıza rağmen, sadece 3-4 gün yağmur gördüm. Ama dedik ya şehir vahşi, yağmur yağınca normal boy bir şemsiye ile korunmak pek mümkün olmuyor. Eve ilk taşındığımda büyük bir şemsiye görmüştüm, sahibi bayağı iri biriydi herhalde diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Meğer sahibi değilmiş büyük olan, yağmurun vahşiliği sahici. Yağmurlu günlerde rüzgar ve nem de artıyor şehirde. Dikatli olmak lazım, okyanus ülkesinde hava çarpar alimallah.

Bu arada Portekizce öğrenmeye başladım. Aslında İngilizce ve İspanyolca ile gayet idare edebiliyorum. Ama dili bilmemek ve üstüne telaşlı olmam şaşırttı beni. Geçen, aseton almak için markete girdim. Güya yavaş ve sakin olmayı öğreneceğim bu şehirde. Nerdeeee!? Alışkanlıklar çabuk değişmiyor. Alışverişi hızlıca bitireyim derken nasais (Portekizce burun) kelimesini nails (Ingilizce tırnak) diye okuyunca aseton yerine burun üstündeki siyah noktaları temizleme suyu almışım. Şimdi düşün dur, burnumda siyah nokta nasıl yaparım diye, ki kullanayım o suyu 😊 Yarısı çıkmış ojeli tırnaklarımla yeniden markete gitmek şart oldu tabii. Akılsız başın...

Su demişken, Lisbon’da musluk suyu içilebiliyor. Hatta Avrupa’daki en kaliteli içme sularından biriymiş.

Şehrin bazı bölgelerinde cidden labirent şeklinde yollar ve kaybolmamak işten değil. Ama durun hemen navigasyonu açmayın. Ya nehre doğru yol alın, ya da tramvay yoluna. Illa ki bir merkeze çıkacaksınız. Hatta kaybolun ki keşfedin.

Bu en Batı’daki vahşi şehirde vahşi olmayan bir tek şey var: İnsanlar. İnsanlar sakin, mutlu, huzurlu ve güleryüzlü, her daim yardımcı. Tanıştığım bir Türk beni ‘mutlu insanlar ülkesine hoş geldiniz!’ diye selamladı. Hoşuma gitti.

Hoş buldum bir kez daha. Ben-vindo!

4 Kasım 2022, Lisbon

18 Ekim 2022 Salı

BATI YAKASI HİKAYESİ: LİSBON, PORTEKİZ

Gezmeyi seven, seyahatten beslenen, seyahatle öğrenen birinin pandemide (önceden planlanmamış şekilde) durması değişik bir tecrübe oldu. Hem iş hem tatil amaçlı, çok seyahatli bir hayattan evin m2’leri arasında gezer hale gelmek çok iyi geldi bana. Bolca kitap okumak, merak ettiğim dizi/filmleri evde telaş etmeden büyük ekranda izlemek, mahallede yaşından dolayı kısıtlamalardan etkilenenlere yardımcı olabilmek, aile ile vakit geçirmek, düzenli spor yapmak, Ispanyolca öğrenmeye devam etmek, nerdeyse tamamı arabayla seyahatler yapmak (2.5 yılda sadece 3 kere havalanına gittim, vay be!), teknede rüzgarın gücüyle savrulmak güzel oldu, yeni hisler tattırdı. Anne ve babama her ihtiyaç duyduklarında destek verebilmek için katı izolasyon tebdirleri uyguladığım için de sosyal iletişimim nerdeyse tamamen online şekle evrildi. Ve tabii herkes gibi ben de hayatımda neler olduğu gibi kalsın, neler değişsin listeleri yaptım, içkimi yudumlarken bu konuda bolca kağıt karaladım. Uzun pandeminin ardından kişisel olarak söyleyebileceğim dinlendim, öğrendim, sakinleştim, ve bu sürecin sonunda (inşallah sonu gelmiştir) daha mutlu ve huzurluyum.

(Bir de sanırım çocuklara kesişen kümeleri anlatmak için sorulan hala Lost izlememiş VE Korona virüsü kapmamış kaç kişi vardır bu dünyada sorusunun kesişen alanındaki kişilerden biri olduğum için de kendimi şanslı hissediyorum. Şanslı azınlık 😊)

Ama  tabii yollara benzettiğim damarlarımı kesseniz seyahat akacağından durma zamanında yeni rotalar için plan yapmadım dersem burnum uzar. Pandemide 50. yaşımı kutladım. Mumları üflerken kendime fısıldadım: İlk 50 güzeldi be ya, ikinci yarı için yeni bir ülkeye, eve, hayata ne dersin?

Her şey işte bu fısıltıyla başladı. Kalbim pır pır etti, uçtu; Avrupa’nın en doğusundan en batısına. 1 ay dolmak üzere, artık Avrupa’nın en batı ülkesinde yeni evimde Lisbon’dayım. 😊

Niye Portekiz sorusunun cevabıyla başlayayım ‘Batı Yakası Hikayesi’ne: Bilenler biliyor, 4-5 senedir İspanyolca öğreniyorum. İspanyolca büyülü bir dil; İspanya ve Latino kültürünü, yemeklerini, sanatının her dalını, doğasını, insanını, müziğini kendi dilinde öğrenmek, yaşamak da keyifli. Aslında ilk başta hedefim İspanya’ya yerleşmek ve bir süre orda yaşamak idi, ama vize şartları ile ilgili bilgi toplarken farkettim ki Portekiz’in sunduğu D7 vizesi benim için çok ideal. Bir de düşündüm, yeğenim Mira'nın Geziperest diye tanımladığı ben kaşiflerin, gezginlerin ülkesinde yaşamayacağım da nerde yaşayacağım? 😊 E, dedim, 1 vizeyle 2 komşu ülkeyi keşfedebilmek mümkün, hadi!

Portekiz’e D7 vizesi ile geldim. D7 vizesi nedir, kimler, nasıl yararlanabilir, süreç nasıl işliyor, ayrı bir yazı ile detaylı anlatacağım. Özetle, emekli olmuş ve pasif geliri (kira ve/veya faiz geliri, emekli maaşı vs) Portekiz’in asagari ücretine denk gelen (2022 yılına göre) aylık en az 705 Euro olan ve ülkede yılın 8 ayını geçirmeye hevesli olanlar için oturum izni veren bir vize türü. D7’nin inanç ve kazanç şekline göre farklı çeşitleri de var ama dediğim gibi süreci ve detayları başka bir yazıyla anlatacağım. Yine de acil bilgiye ihtiyacı olan haber etsin.

Şimdi reklam arası; biraz Lisbon ve Portekiz hakında ansiklopedik bilgi serpiştirelim:

Portekiz Avrupa kıtasının en batısı. Burda Cumhuriyet Bayramı 5 Ekim’de kutlanıyor, o gün resmi tatil. Tarih boyunca Fenikeliler, Yunanlılar, Germenler ve Endülüs Emevilerini barındırmış topraklarında. Ve tabii bu yaşamlar yolları, binalari, mimariyi bugün de görülecek/yaşanacak şekilde etkilemiş. Henüz tarih 1400lü yılları göstermeden Keşifler Çağı bu topraklardan başlamış. Cumhuriyet ilanına kadar kimi zaman başka toplumlarla işbirlikteliği yaparak kimi zaman da çıkar çatışması yaşayarak dünya genelinde geniş bir alana yayılmış Portekiz hakimiyeti. Sonra toprak kayıpları ile küçülmeler,  diktatörlük ve monarşik yönetimler, sonrasında bu yönetimlere tepkiler sonucu Cumhuriyet ilan edilmiş. Yakın tarihinde en büyük çatışma (hatta savaş) İspanya ile. Günümüzde her ne kadar devletler bazında dostane ilişkiler pürüzsüz bir şekilde devam etse de iki ülkenin insanları birbirine takılmadan edemiyor. Bu tür sohbetlere denk geldiğimde yapmayın siz kardeşsiniz diyorum. Azmettim, daha çok sevmelerini sağlıcam birbirlerini 😊 Boşuna mı geldik buraya?

Ülkenin nüfusu 10 milyonun biraz üstünde, yani sırf İstanbul’dan 2 Portekiz yaratırız alimallah. Atlas Okyanusu ile İspanya arasında ince uzun bir Akdeniz ülkesi. Lisbon (erken Ortaçağ’dan beri) hem başkent hem de en büyük şehir, nüfusu yarım milyon civarında. Geçen ay 1 daha arttı sayı, sayemde 😊

Şehri, okyanusa açılan Tejo Nehri ikiye bölüyor, bir haliç yaratmış nehir. Ama küçük harflerle yazmak haksızlık, NEHİR. İlk gördüğümde deniz sandım. Öyle geniş kocaman ve masmavi. Burdaki evim nehri görüyor, her sabah gündoğumu ve her akşam günbatımı renklerine bakmaktan kendimi alamıyorum.

Nüfusun büyük bir bölümü ana dil Portekizcenin yanısıra İngilizceyi de gayet iyi konuşuyor. Ben şimdilik İngilizce ile iletişim kuruyorum, İspanyolca bilmem hem avantaj hem değil. Yazılanları anlamamda çok yardımı olurken telafuz ederken dilimi İspanyolcaya kayıyor ve ayıp ediyorum. Ama azmettim, Portekizceyi de öğreneceğim. (Aramızda kalsın, İspanyolcayı daha çok seveceğim bence) Bu arada, Portekizlilerle ülkede yaşayan Brezilyalılar arasında da tatlı sert bir atışma var, iki taraf da iddia ediyor ki kendi Portekizceleri en doğrusu, en güzeli. Ben bi öğreneyim de dili sonra taraf tutucam, şu an tarafsız azınlık olmanın keyfini sürmekteyim 😊

Siyah beyaz taşlarla mozaik şeklinde işlenmiş kaldırımlar şehrin/ülkenin alametifarikalarından, sokaklar sanat eseri gibi döşenmiş. Ve tabi binaların üstündeki rengarenk, şahane çiniler de. Her gün tamam artık kesin bütüm desenleri gördüm diyorum, her yeni girdiğim sokakta mutlaka bir başka desen/renk buluyorum.

Ve Fado müziği, nata pastası, okyanus sahilleri, şarapları, şarap mantarcılığı, 25 Nisan Köprüsü, yerel lezzet Bacalau’ları ve sardalya başta olmak üzere balık çeşitleri/deniz ürünleri, efsanelere konu olmuş kuzgun sembolü, farklı dinamikleri olan semtleri, 7 tepeli bir bölgeye kurulduğundan yokuşları ve dahi inişleri (inerken sevinemiyorsunuz, ya bir daha çıkmak gerekirse diye 😊), yardımsever ve mutlu insanları, katedralleri, efsaneleri, art nouveau yapıları...

Anladığınız üzere Lisbon’u tek bir yazıyla anlatmak haksızlık olacak. Bu yazıya koyduklarım şehri, sokaklarını, insanlarını, yemeklerini, doğasını, kültürünü, farklı bölgelerini detaylı öğrenmeye merak uyandırır umarım, ilk defa bir şehri ince ince, detay detay, sakin sakin anlatasım var. Ne de olsa artık  burdayız, her gün yeni bir şeyler keşfetmem ve paylaşmak istemem çok olası.  

Evet, ülke ve şehirle ilgili reklam kuşağımız bitti, dönelim kişisel maceramızın başlangıcına:

Portekiz’e taşınma fikri oluşunca önce işini iyi bilen, güvenilir bir danışman bulmak istedim. Muhan Hocam (Soysal) ışıklarda uyusun. Bana sağladığı zincire bakın: Muhan Hoca kitabını okuyan bir ODTÜlü (sevgili Emre) ile sosyal medyada aylar önce tanışmış, yazışmıştık. Bu sohbet sırasında İspanya’da Türk-Ispanyol İş İnsanları Derneğine üye olduğundan bahsetmesi, benim ona İspanya için önereceği bir danışman var mı diye sormam, akabinde verdiği ismin bana Portekiz’de yaşayan ve emlak danışmanlığı yapan arkadaşını önermesi ile Maria ile tanışmam. Başınız döndü di mi? Durun daha bitmedi. Maria’nın Türkiye’de 8 yıl yaşamış olmasına ne dersiniz? Ben daha gelip şehrin hangi bölgesinde yaşamak isterim diye incelemeden o benim Istanbul’da yaşadığım yeri bildiğinden nerelerde oturmak isteyeceğime dair bir fikir yürütmüştü bile. Anlayacağınız, kader ağlarını çoktan örmüş, bize Fado dinleyip şarap içmesi kalmış. Fado demişken, güzel, içli müzik de çok uzun dinleyince depresyona sebep olabilir diye uyarı yazmak lazım dinleyenlere. Müslüm Baba kültürüne alışık biri olarak Fado dozunda güzel diyorum. Listen responsively!

İlk Mayıs başında geldim Lisbon’a. Ev kiralamam, vergi numarası almam ve banka hesabı açmam gerekiyordu. Önceden kiralık evlerin olduğu birkaç siteye bakarak birkaç evi gözüme kestirdim. Türkiye’de bu işleri 3 günde halledebilirim, hadi dedim başka ülkede olsun bu süre 1 hafta. Birkaç gün de gezme payı koydum, 11 günlük bir seyahat planladım. Bu arada, kader ağları örerken bayağı desen çalışmış, Madrid Konsolosluğunda görevli arkadaşım Ersel beni Lisbon Büyükelçilinde görevli, sevdiği ve güvendiği arkadaşı Eda’yla tanıştırdı. Eda’nın işi kültür elçiliği; kesinlikle kalbi ve kişiliğine en uygun işi seçmiş. Sağolsun ülkeye ayaka bastığım an itibariyle benimle ilgilenmeye başladı. Hani ilk görüşte tutunduk birbirimize. Okul hayatının bir bölümünü de Portekiz’de geçirdiği için ülkeyi sevmesi, detay detay bilmesi, ve onca yoğunluğuna rağmen bana inanılmaz işime yarayacak ipuçları vermesi, ülkeyi, şehri, sistemi, yemekleri öğretmesi ilk seyahatimde beni nasıl güvende ve şanslı hissettirdi, anlatmam mümkün değil.

Bildiği detaylardan biri de burda insanların ne kadar sakin, yavaş olduğu ve işlerin benim alışık olduğumdan çok daha uzun zaman aldığı idi(uzuuuuuuun diye okuyun 😊). Moralimi bozmadan ısrarla 10 günde ev bulamazsam sorun etmemem gerektiğini kibar bir şekilde söyleyip duruyordu, bense, bilmiyorum ya insanlar ve sistem ne kadar yavaş, sürekli hatırlatmasını iş yoğunluğundan daha önce söylediğini unuttu herhalde diye yorumluyorum içimden.

Lisbon’a geldiğimin ertesi günü Maria ile National Art Museum’un bahçesinde buluştuk. Lisbon’u detaylı anlatırken bu müzeden, konumu ve bahçesinden yeniden bahsedeceğim ama şehri sevmek için çok doğru bir buluşma mekanı olduğunu söyleyeyim şimdilik. Maria ile sohbet ederken bir gün sonraya ayarlanmış 2 kiralık ev ziyareti dışında elimizde şimdilik başka bir alternatif olmadığını öğrenmek biraz tedirgin etti beni. Neyse canım daha çok günümüz var diye düşünüp rahatlattım hemen kendimi. Ertesi sabah ilk alternatif evi görmek için emlakçı Jorge ile buluşacağım. (Şu an size o evden yazıyorum bu arada.) Evet, ilk gördüğüm ev inanılmaz hoşuma gitti. Hatta - şanslıyım ve kader ağlarını örmüş ya- evi henüz kiralık ilanı verilmeden gördük, akabinde diğer alternatifi de görünce aslında başka bir ev görmeme gerek kalmadığını düşündüm ve eve tamam dedim. Tabii, ev sahibi ile ödeme şekli ve deposito sayısı hakkında bir miktar pazarlık süreci yaşadık ama işte bingo, ev işi tamam! Aynı gün vergi numaram da alındı. Bunları söylediğim halde Eda beni hala uyarıp duruyor, burda işler bu kadar hızlı olmaz diye. Ben de oldu işte, neyi kaçırıyorum acaba diye Eda’yı sorguluyorum 😊

Tabii Eda’nın ne demek istediğini kira sözleşmesini beklerlen anladım. Türkiye’de evi beğendin mi, fiyat ve şartlarda anlaşatın mı tamamdır, sözleşme 10 dakika içinde imzalanır. Burda 2 gün, 3 gün, 4 gün oldu bekliyoruz ki sözleşme gelecek. Bende uyku kalmadı. Ay dayanamayacağım, tekrar soracağım diye sürekli Maria’ya yazıyorum, bir terslik mi var, başka ev de bakmıyoruz, vakit mi kaybediyoruz vs vs. Maria gayet sakin burası Portekiz, sakin ol, sözleşme çeviride, avukatlar inceliyor diyor sürekli. Tamam ilk gün bu açıklama beni rahatlatıyordu da 3. gün olup hala aynı noktada olunca sorma sıklığım 2 saatte bir olmaya başladı. Doğum öncesi sancıları misali. Neyse, 4. gün sözleşme geldi (hala anlamış değilim, standart sözleşme niye 4 gün sürdü hazır olması diye), Maria okudu tamam dedi. Ertesi gün imzaladık (imza günü bankadaki aksaklıktan dolayı yaşadığım heyecanı anca içki masasında anlatabilirim, hala hatırladıkça içimde kelebekler uçuşuyor 😊)

Şunu da öğrendim bu süreçte: Evet burda işler yavaş yol alıyor, ama biri size söz verdiyse, söz ağızdan çıktıysa tamamdır, insanlar sözünün arkasında duruyor.

İmzalı sözleşme bir elimde, evin anahtarları diğer elimde hemen Eda’yı aradım. Akşam iş çıkışı kutlamaya gidiyoruz diye. Gel gör ki Eda inanmıyor. Olmaz diyor, bu kadar kısa sürede o-la-maz. Eda diyorum, oldu işte, gel istersen eve gidelim anahtar kapıları açıyor mu bir dene! 😊 Portekizliler yavaşlıkları ile meşhur olabilirler ama biz Türkler de takipçiyizdir, bi işi kafaya koyarsak bitiririz. Yani sanırım bizim biraz rahat ve sakin ve yavaşlamayı öğrenmemiz onların da biraz hızlanması daha iyi olacak. Çünkü yavaşlığın verdiği rehavetle hata da çok yapıyorlar. Maria telekom şirketine elektronik posta adresimi doğru yazmaları için kaç kere telefon açtı, artık hatırlamıyorum. İki ülke arasında bu konuda elçilik yapmayı da kendime görev edindim. Sakin Ol-101 dersine öğrenci olarak katılıp Harekete Geç-101 dersinde misafir eğitmenlik yapacağım. Koşmayalım ama yürüyenlere de engel olmayalım, durmayalım, di mi ama?

Banka hesabı açılırken yaşadıklarımız, Ankara’da konsolosluktan randevu alma süreci, oturum izni için her şey hazır olduğu halde 6 ay daha bekleme gereklliliği vs vs tüm detayları D7 vize sürecini yazarken anlatacağım. ( Henüz daha oturum kartımı almadım, biraz daha deneyim biriksin diye de bekliyorum.) Bazen anlatılmaz yaşanır diyesim de geliyor ama!

Neyse, sonuçta 2022 yılının 21 Eylül’ünde D7 vizemle ülkeye, yeni evim Lisbon’a ayak bastım. 1 ay göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Şunu itiraf etmeliyim: Bunca yıl 50’den fazla ülkeye gerek iş gerek tatil amaçlı seyahat ettim, öncesi/sırası/sonrası yapılan tüm hazırlıkları hafuzadan yaptığımı düşünürdüm, ama başka bir ülkeye taşınmak başka bir telaş imiş.

Normalde  havaalanına giderken ya transfere ya taksiye atlar giderim, ama eşyam çok olmamasına rağmen kardeşimin beni alana bırakmasını istedim. Sağolsun gece yarısı geldi beni aldı. Yeni bi hayata giderken kardeşimin bu desteğine ihtiyacım olmuş, ne kıymetli idi beni bırakması alana, bi bilseniz! Düşünün ki bunca yıl seyahat için evden çıkarken evle ilgili her kontrolü otomatik yapan ve bugüne kadar hiçbir şeyi unutmayan ben defalarca kontrol ettiğim(i düşündüğüm) halde banyonun ışıklarını açık unutmuşum. Kardeşim arkamdan gidip kapattı. Arkanızı toplayan kardeşiniz varsa yeni maceralara daha hevesli çıkıyorsunuz.

Şehre geldiğim ilk günün akşamı Türk büyükelçiliğinde bir konser için davetiyesi olduğunu söyledi Maria. Yorgun olur musun ki dedi, aaa dedim, olsam ne olacak, gelirim. Hatta kendim gelirim. Nasılsa yerini biliyorum elçiliğin, Eda göstermişti. Ayrıca İstanbul’la karşılatırınca küçük bir şehir burası, bulurum diye hırs yaptım sanırım. Şehirden indik biz köye, kaybolmak niye?

Cais do Sodre merkez istasyonuna gittim, daha ben istemeden halimden yardıma ihtiyacım olduğunu anlayan birinin yardımıyla Belem için bilet aldım. Tek yön ve Zone 1 bileti, 1.85 Euro ödedim. Bindim Cascais trenine, baktım Belem 3. durak. Dışarıyı seyrederek giderken Belem istasyonunun önünden durmadan geçtiğimizi görünce nasıl bir çığlık attıysam herkes bana baktı! Sordum, meğerse bazı trenler express imiş, her durakta durmazmış. Bu tren Belem’den sonraki durakta duracakmış. Neyse, indim bir sonraki durakta. Ama hala hallederim n’olcak modundayım ya, ters yöne giden trene binerim, Belem’de inerim diye düşündüm. Çocuk oyuncağı! Bindim de. Tam kendime aferim derken biletleri kontrol eden kişi yanıma geldi, buyrun dedim biletimi gösterdim gururla. Demesin mi bu bilet Zone 1 için geçerli sadece, oysa biz  Belem’i geçince Zone 1’i de geçmişiz. Ve ayrıca bilet tek yön. Bu bilet ise şu an ters yön! Biletim haddini feci aşmış! Bugün şehirde ilk günüm, vallahi suçum yok diye dert anlatmaya çalışırken görevli sakin ve mutlu bir şekilde bana sorun yok dedi. Hatta Belem’de inince konser alanına nasıl gidebileceğimi de anlattı. O kadar telaş ve stresi boşuna yaşadım! Sakin Ol-101 dersi teoriği kolay uygulaması biraz kazık olacak bana, onca yılın alışkanlığı var. Yıldızlı pekiyi alıp da geçmeyen ne olsun!

Şu an günlerim sistemi öğrenerek ve şehrin sokaklarında kaybolarak geçiyor. Kendimi labirent şeklinde bir define sandığına bırakılmış gibi hissediyorum. Her sokakta başka tatlar, yaşanmışlıklar, renkler keşfediyorum. Eski ve yeni içiçe. Kayboldukça yeni şeyler buluyorum. Sanırım sokalardaki hikayeler de beni durultuyor. Ne yapıyorsam sakin sakin hakkını vererek yapıyorum. Uzun zamandır, yazı yazamıyordum, yazmaya başladım. Doğru yerde olduğumun işareti diye yorumluyorum.



Geleli nerdeyse 4 hafta oldu, her gün yürüyorum başka bir bölgeyi keşfediyorum, şehrin parçaları birleşmeye de başladı, yön duygum oluştu. Navigasyondan yardım alma oranım %95 azaldı.

Gelirken birkaç kutu lokum atmıştım valizime. Bir kutuyu üst komşuya verdim, hoşbuldum hediyesi diye. Benim için komşuluk önemli, evi ve yaşadığım yeri sahiplenmem için. (buraya gelirken ailem kadar İstanbul’daki komşularıma veda etmek de zor geldi, öyle kıymetli) Alt ve üst katımda biri Arjantinli diğeri Portekiz-İspanyol ortak yapımı 2 çift yaşıyor. Şimdiden keyifli bir iletişim kurduk, hatta bana hoşgeldin hediyesi getirdiler.

Evde ilk yemeği Maria’ya yapmak istemiştim, konuşurken karnıyarık özlediğini söylemişti. Ona sürpriz yapayım istedim. Ama burda sebzeler ve meyveler büyük hep. (Latin Amerika’dan tropik meyveler de geliyor, çok güzel tatları.) Patlıcanlar şişman. Of olmaz ki bunlardan diye düşürken bir tadına bakayım istedim. Evet, sebzelerin boyutları büyük ama şahane lezzetliler. Şişko patlıcanı kalın dilimler halinde kestim, karnıyarığımı yaptım. Vallahi çok leziz oldu, Maria kalanları aldı eve, eşine götürdü. Tamamdır, artık burdaki ev de yuva oldu 😊

İnsanlar mutlu, iyi niyetli ve yardımcı. Eve internet bağlaması için NOS firmasını beklerken karşı restoran bana internet şifresini verdi, lazım olur, onlar gelinceye kadar kullanın diye. Dedim ya, bizim mahalle oldu burası. Şu anki evim şehrin eski yerleşim yerlerinden Alfama’da, turistik bir bölge burası. Turistler bizim bina da dahil olmak üzere tepeden nehir manzarasını ve binaların çinilerini, sokakları fotoğraflıyor, geziyor. Bina kapısını açmak için anahtarı kilide her soktuğumda onlar turist diyorum içimden, yazık birkaç gün gezip gidecekler; oysa ben buralıyım ve şanslıyım 😊

Hani dedim ya kısa süreli seyahate gitmekle bir yere taşınmak başka telaşlarmış diye. Her ne kadar isteyerek geldiysem ve şimdiye kadar her şey yolunda gittiyse ve mutluysam da yine de demek ki farkında olmadan heyecan ve stres yapmışım. Ikinci hafta dudağımda kocaman bir uçukla uyandım. Hayatımda ilk defa! Eczaneden gidip ilaç alsam diye düşünüp uçuk Portekizce nasıl denir ki diye bakarken aklıma geldi: Buraya gelirken tıp doktoru olan ablam bana bir ilaç kutusu vermişti. Abla demiştim, bu ne! Ben hayatım boyunca bu kadar ilaç kullanmadım. İtiraz ettim taşımaya, koy dedi çantana, yerin var, zarar gelmez. Kutunun içine bir baktım. Uçuk için de ilaç koymuş ablam. Hatta bir kağıt yazmış, hangi ilaç nedir ne işe yarar, nasıl kullanılır diye. O an dedim ki insanın ablası olsun hayatta, sırtı yere gelmez!

Şehrin alametifarikalarından biri de sarı tramvaylar. Turistler bayılıyor 😊 Benim evimin önünde de tramvay yolu var, turistik 28 numaralı tramvay geçiyor. Geçen sokağa bakarak içkimi yudumlarken bir anda tramvayın enerji aldığı tellerinden birinin yerinden çıktığını gördüm. Yani bir anda deponuzda bir damla bile benzin kalmadığını düşünün, o hesap. Kaldınız mı yolda! En yakın benzin istasyonu nerde diye kara kara düşünürsünüz. Oysa tramvay öyle mi? Sakin ve yavaş hareket eden tramvay soförü indi tramvaydan, teli aldı yerine taktı, hop oldu bitti işte! Depo doldu, seyre devam 😊

Her gün bir şeyler keşfediyorum, öğreniyorum ya şimdi sırada kendime bir dil kursu bulmak, aylık toplu taşıma kartı çıkarmak var. Bu sene Lisbon’u yaşarken ülkenin diğer kısımlarını da görmek hedefim.

Bir ülkeyi sevmek, uzun süre yaşayınca mutlu olacağını görmek için 4 mevsim denemek lazım. Sonbahar güzel başladı, bakalım diğer ay ve mevsimler neler hissetirecek. Batı Yakası Hikayesi bize neler anlatacak. Birlikte göreceğiz.

Şimdilik:

Her sabah kahvemi, ilk gördüğümde deniz sandığım, Tejo Nehri’ne bakarak içiyorum ve diyorum ki: Iyi ki geldim, Lisbon bana iyi geldin.

18 Ekim 2022

Lisbon