18 Ekim 2022 Salı

BATI YAKASI HİKAYESİ: LİSBON, PORTEKİZ

Gezmeyi seven, seyahatten beslenen, seyahatle öğrenen birinin pandemide (önceden planlanmamış şekilde) durması değişik bir tecrübe oldu. Hem iş hem tatil amaçlı, çok seyahatli bir hayattan evin m2’leri arasında gezer hale gelmek çok iyi geldi bana. Bolca kitap okumak, merak ettiğim dizi/filmleri evde telaş etmeden büyük ekranda izlemek, mahallede yaşından dolayı kısıtlamalardan etkilenenlere yardımcı olabilmek, aile ile vakit geçirmek, düzenli spor yapmak, Ispanyolca öğrenmeye devam etmek, nerdeyse tamamı arabayla seyahatler yapmak (2.5 yılda sadece 3 kere havalanına gittim, vay be!), teknede rüzgarın gücüyle savrulmak güzel oldu, yeni hisler tattırdı. Anne ve babama her ihtiyaç duyduklarında destek verebilmek için katı izolasyon tebdirleri uyguladığım için de sosyal iletişimim nerdeyse tamamen online şekle evrildi. Ve tabii herkes gibi ben de hayatımda neler olduğu gibi kalsın, neler değişsin listeleri yaptım, içkimi yudumlarken bu konuda bolca kağıt karaladım. Uzun pandeminin ardından kişisel olarak söyleyebileceğim dinlendim, öğrendim, sakinleştim, ve bu sürecin sonunda (inşallah sonu gelmiştir) daha mutlu ve huzurluyum.

(Bir de sanırım çocuklara kesişen kümeleri anlatmak için sorulan hala Lost izlememiş VE Korona virüsü kapmamış kaç kişi vardır bu dünyada sorusunun kesişen alanındaki kişilerden biri olduğum için de kendimi şanslı hissediyorum. Şanslı azınlık 😊)

Ama  tabii yollara benzettiğim damarlarımı kesseniz seyahat akacağından durma zamanında yeni rotalar için plan yapmadım dersem burnum uzar. Pandemide 50. yaşımı kutladım. Mumları üflerken kendime fısıldadım: İlk 50 güzeldi be ya, ikinci yarı için yeni bir ülkeye, eve, hayata ne dersin?

Her şey işte bu fısıltıyla başladı. Kalbim pır pır etti, uçtu; Avrupa’nın en doğusundan en batısına. 1 ay dolmak üzere, artık Avrupa’nın en batı ülkesinde yeni evimde Lisbon’dayım. 😊

Niye Portekiz sorusunun cevabıyla başlayayım ‘Batı Yakası Hikayesi’ne: Bilenler biliyor, 4-5 senedir İspanyolca öğreniyorum. İspanyolca büyülü bir dil; İspanya ve Latino kültürünü, yemeklerini, sanatının her dalını, doğasını, insanını, müziğini kendi dilinde öğrenmek, yaşamak da keyifli. Aslında ilk başta hedefim İspanya’ya yerleşmek ve bir süre orda yaşamak idi, ama vize şartları ile ilgili bilgi toplarken farkettim ki Portekiz’in sunduğu D7 vizesi benim için çok ideal. Bir de düşündüm, yeğenim Mira'nın Geziperest diye tanımladığı ben kaşiflerin, gezginlerin ülkesinde yaşamayacağım da nerde yaşayacağım? 😊 E, dedim, 1 vizeyle 2 komşu ülkeyi keşfedebilmek mümkün, hadi!

Portekiz’e D7 vizesi ile geldim. D7 vizesi nedir, kimler, nasıl yararlanabilir, süreç nasıl işliyor, ayrı bir yazı ile detaylı anlatacağım. Özetle, emekli olmuş ve pasif geliri (kira ve/veya faiz geliri, emekli maaşı vs) Portekiz’in asagari ücretine denk gelen (2022 yılına göre) aylık en az 705 Euro olan ve ülkede yılın 8 ayını geçirmeye hevesli olanlar için oturum izni veren bir vize türü. D7’nin inanç ve kazanç şekline göre farklı çeşitleri de var ama dediğim gibi süreci ve detayları başka bir yazıyla anlatacağım. Yine de acil bilgiye ihtiyacı olan haber etsin.

Şimdi reklam arası; biraz Lisbon ve Portekiz hakında ansiklopedik bilgi serpiştirelim:

Portekiz Avrupa kıtasının en batısı. Burda Cumhuriyet Bayramı 5 Ekim’de kutlanıyor, o gün resmi tatil. Tarih boyunca Fenikeliler, Yunanlılar, Germenler ve Endülüs Emevilerini barındırmış topraklarında. Ve tabii bu yaşamlar yolları, binalari, mimariyi bugün de görülecek/yaşanacak şekilde etkilemiş. Henüz tarih 1400lü yılları göstermeden Keşifler Çağı bu topraklardan başlamış. Cumhuriyet ilanına kadar kimi zaman başka toplumlarla işbirlikteliği yaparak kimi zaman da çıkar çatışması yaşayarak dünya genelinde geniş bir alana yayılmış Portekiz hakimiyeti. Sonra toprak kayıpları ile küçülmeler,  diktatörlük ve monarşik yönetimler, sonrasında bu yönetimlere tepkiler sonucu Cumhuriyet ilan edilmiş. Yakın tarihinde en büyük çatışma (hatta savaş) İspanya ile. Günümüzde her ne kadar devletler bazında dostane ilişkiler pürüzsüz bir şekilde devam etse de iki ülkenin insanları birbirine takılmadan edemiyor. Bu tür sohbetlere denk geldiğimde yapmayın siz kardeşsiniz diyorum. Azmettim, daha çok sevmelerini sağlıcam birbirlerini 😊 Boşuna mı geldik buraya?

Ülkenin nüfusu 10 milyonun biraz üstünde, yani sırf İstanbul’dan 2 Portekiz yaratırız alimallah. Atlas Okyanusu ile İspanya arasında ince uzun bir Akdeniz ülkesi. Lisbon (erken Ortaçağ’dan beri) hem başkent hem de en büyük şehir, nüfusu yarım milyon civarında. Geçen ay 1 daha arttı sayı, sayemde 😊

Şehri, okyanusa açılan Tejo Nehri ikiye bölüyor, bir haliç yaratmış nehir. Ama küçük harflerle yazmak haksızlık, NEHİR. İlk gördüğümde deniz sandım. Öyle geniş kocaman ve masmavi. Burdaki evim nehri görüyor, her sabah gündoğumu ve her akşam günbatımı renklerine bakmaktan kendimi alamıyorum.

Nüfusun büyük bir bölümü ana dil Portekizcenin yanısıra İngilizceyi de gayet iyi konuşuyor. Ben şimdilik İngilizce ile iletişim kuruyorum, İspanyolca bilmem hem avantaj hem değil. Yazılanları anlamamda çok yardımı olurken telafuz ederken dilimi İspanyolcaya kayıyor ve ayıp ediyorum. Ama azmettim, Portekizceyi de öğreneceğim. (Aramızda kalsın, İspanyolcayı daha çok seveceğim bence) Bu arada, Portekizlilerle ülkede yaşayan Brezilyalılar arasında da tatlı sert bir atışma var, iki taraf da iddia ediyor ki kendi Portekizceleri en doğrusu, en güzeli. Ben bi öğreneyim de dili sonra taraf tutucam, şu an tarafsız azınlık olmanın keyfini sürmekteyim 😊

Siyah beyaz taşlarla mozaik şeklinde işlenmiş kaldırımlar şehrin/ülkenin alametifarikalarından, sokaklar sanat eseri gibi döşenmiş. Ve tabi binaların üstündeki rengarenk, şahane çiniler de. Her gün tamam artık kesin bütüm desenleri gördüm diyorum, her yeni girdiğim sokakta mutlaka bir başka desen/renk buluyorum.

Ve Fado müziği, nata pastası, okyanus sahilleri, şarapları, şarap mantarcılığı, 25 Nisan Köprüsü, yerel lezzet Bacalau’ları ve sardalya başta olmak üzere balık çeşitleri/deniz ürünleri, efsanelere konu olmuş kuzgun sembolü, farklı dinamikleri olan semtleri, 7 tepeli bir bölgeye kurulduğundan yokuşları ve dahi inişleri (inerken sevinemiyorsunuz, ya bir daha çıkmak gerekirse diye 😊), yardımsever ve mutlu insanları, katedralleri, efsaneleri, art nouveau yapıları...

Anladığınız üzere Lisbon’u tek bir yazıyla anlatmak haksızlık olacak. Bu yazıya koyduklarım şehri, sokaklarını, insanlarını, yemeklerini, doğasını, kültürünü, farklı bölgelerini detaylı öğrenmeye merak uyandırır umarım, ilk defa bir şehri ince ince, detay detay, sakin sakin anlatasım var. Ne de olsa artık  burdayız, her gün yeni bir şeyler keşfetmem ve paylaşmak istemem çok olası.  

Evet, ülke ve şehirle ilgili reklam kuşağımız bitti, dönelim kişisel maceramızın başlangıcına:

Portekiz’e taşınma fikri oluşunca önce işini iyi bilen, güvenilir bir danışman bulmak istedim. Muhan Hocam (Soysal) ışıklarda uyusun. Bana sağladığı zincire bakın: Muhan Hoca kitabını okuyan bir ODTÜlü (sevgili Emre) ile sosyal medyada aylar önce tanışmış, yazışmıştık. Bu sohbet sırasında İspanya’da Türk-Ispanyol İş İnsanları Derneğine üye olduğundan bahsetmesi, benim ona İspanya için önereceği bir danışman var mı diye sormam, akabinde verdiği ismin bana Portekiz’de yaşayan ve emlak danışmanlığı yapan arkadaşını önermesi ile Maria ile tanışmam. Başınız döndü di mi? Durun daha bitmedi. Maria’nın Türkiye’de 8 yıl yaşamış olmasına ne dersiniz? Ben daha gelip şehrin hangi bölgesinde yaşamak isterim diye incelemeden o benim Istanbul’da yaşadığım yeri bildiğinden nerelerde oturmak isteyeceğime dair bir fikir yürütmüştü bile. Anlayacağınız, kader ağlarını çoktan örmüş, bize Fado dinleyip şarap içmesi kalmış. Fado demişken, güzel, içli müzik de çok uzun dinleyince depresyona sebep olabilir diye uyarı yazmak lazım dinleyenlere. Müslüm Baba kültürüne alışık biri olarak Fado dozunda güzel diyorum. Listen responsively!

İlk Mayıs başında geldim Lisbon’a. Ev kiralamam, vergi numarası almam ve banka hesabı açmam gerekiyordu. Önceden kiralık evlerin olduğu birkaç siteye bakarak birkaç evi gözüme kestirdim. Türkiye’de bu işleri 3 günde halledebilirim, hadi dedim başka ülkede olsun bu süre 1 hafta. Birkaç gün de gezme payı koydum, 11 günlük bir seyahat planladım. Bu arada, kader ağları örerken bayağı desen çalışmış, Madrid Konsolosluğunda görevli arkadaşım Ersel beni Lisbon Büyükelçilinde görevli, sevdiği ve güvendiği arkadaşı Eda’yla tanıştırdı. Eda’nın işi kültür elçiliği; kesinlikle kalbi ve kişiliğine en uygun işi seçmiş. Sağolsun ülkeye ayaka bastığım an itibariyle benimle ilgilenmeye başladı. Hani ilk görüşte tutunduk birbirimize. Okul hayatının bir bölümünü de Portekiz’de geçirdiği için ülkeyi sevmesi, detay detay bilmesi, ve onca yoğunluğuna rağmen bana inanılmaz işime yarayacak ipuçları vermesi, ülkeyi, şehri, sistemi, yemekleri öğretmesi ilk seyahatimde beni nasıl güvende ve şanslı hissettirdi, anlatmam mümkün değil.

Bildiği detaylardan biri de burda insanların ne kadar sakin, yavaş olduğu ve işlerin benim alışık olduğumdan çok daha uzun zaman aldığı idi(uzuuuuuuun diye okuyun 😊). Moralimi bozmadan ısrarla 10 günde ev bulamazsam sorun etmemem gerektiğini kibar bir şekilde söyleyip duruyordu, bense, bilmiyorum ya insanlar ve sistem ne kadar yavaş, sürekli hatırlatmasını iş yoğunluğundan daha önce söylediğini unuttu herhalde diye yorumluyorum içimden.

Lisbon’a geldiğimin ertesi günü Maria ile National Art Museum’un bahçesinde buluştuk. Lisbon’u detaylı anlatırken bu müzeden, konumu ve bahçesinden yeniden bahsedeceğim ama şehri sevmek için çok doğru bir buluşma mekanı olduğunu söyleyeyim şimdilik. Maria ile sohbet ederken bir gün sonraya ayarlanmış 2 kiralık ev ziyareti dışında elimizde şimdilik başka bir alternatif olmadığını öğrenmek biraz tedirgin etti beni. Neyse canım daha çok günümüz var diye düşünüp rahatlattım hemen kendimi. Ertesi sabah ilk alternatif evi görmek için emlakçı Jorge ile buluşacağım. (Şu an size o evden yazıyorum bu arada.) Evet, ilk gördüğüm ev inanılmaz hoşuma gitti. Hatta - şanslıyım ve kader ağlarını örmüş ya- evi henüz kiralık ilanı verilmeden gördük, akabinde diğer alternatifi de görünce aslında başka bir ev görmeme gerek kalmadığını düşündüm ve eve tamam dedim. Tabii, ev sahibi ile ödeme şekli ve deposito sayısı hakkında bir miktar pazarlık süreci yaşadık ama işte bingo, ev işi tamam! Aynı gün vergi numaram da alındı. Bunları söylediğim halde Eda beni hala uyarıp duruyor, burda işler bu kadar hızlı olmaz diye. Ben de oldu işte, neyi kaçırıyorum acaba diye Eda’yı sorguluyorum 😊

Tabii Eda’nın ne demek istediğini kira sözleşmesini beklerlen anladım. Türkiye’de evi beğendin mi, fiyat ve şartlarda anlaşatın mı tamamdır, sözleşme 10 dakika içinde imzalanır. Burda 2 gün, 3 gün, 4 gün oldu bekliyoruz ki sözleşme gelecek. Bende uyku kalmadı. Ay dayanamayacağım, tekrar soracağım diye sürekli Maria’ya yazıyorum, bir terslik mi var, başka ev de bakmıyoruz, vakit mi kaybediyoruz vs vs. Maria gayet sakin burası Portekiz, sakin ol, sözleşme çeviride, avukatlar inceliyor diyor sürekli. Tamam ilk gün bu açıklama beni rahatlatıyordu da 3. gün olup hala aynı noktada olunca sorma sıklığım 2 saatte bir olmaya başladı. Doğum öncesi sancıları misali. Neyse, 4. gün sözleşme geldi (hala anlamış değilim, standart sözleşme niye 4 gün sürdü hazır olması diye), Maria okudu tamam dedi. Ertesi gün imzaladık (imza günü bankadaki aksaklıktan dolayı yaşadığım heyecanı anca içki masasında anlatabilirim, hala hatırladıkça içimde kelebekler uçuşuyor 😊)

Şunu da öğrendim bu süreçte: Evet burda işler yavaş yol alıyor, ama biri size söz verdiyse, söz ağızdan çıktıysa tamamdır, insanlar sözünün arkasında duruyor.

İmzalı sözleşme bir elimde, evin anahtarları diğer elimde hemen Eda’yı aradım. Akşam iş çıkışı kutlamaya gidiyoruz diye. Gel gör ki Eda inanmıyor. Olmaz diyor, bu kadar kısa sürede o-la-maz. Eda diyorum, oldu işte, gel istersen eve gidelim anahtar kapıları açıyor mu bir dene! 😊 Portekizliler yavaşlıkları ile meşhur olabilirler ama biz Türkler de takipçiyizdir, bi işi kafaya koyarsak bitiririz. Yani sanırım bizim biraz rahat ve sakin ve yavaşlamayı öğrenmemiz onların da biraz hızlanması daha iyi olacak. Çünkü yavaşlığın verdiği rehavetle hata da çok yapıyorlar. Maria telekom şirketine elektronik posta adresimi doğru yazmaları için kaç kere telefon açtı, artık hatırlamıyorum. İki ülke arasında bu konuda elçilik yapmayı da kendime görev edindim. Sakin Ol-101 dersine öğrenci olarak katılıp Harekete Geç-101 dersinde misafir eğitmenlik yapacağım. Koşmayalım ama yürüyenlere de engel olmayalım, durmayalım, di mi ama?

Banka hesabı açılırken yaşadıklarımız, Ankara’da konsolosluktan randevu alma süreci, oturum izni için her şey hazır olduğu halde 6 ay daha bekleme gereklliliği vs vs tüm detayları D7 vize sürecini yazarken anlatacağım. ( Henüz daha oturum kartımı almadım, biraz daha deneyim biriksin diye de bekliyorum.) Bazen anlatılmaz yaşanır diyesim de geliyor ama!

Neyse, sonuçta 2022 yılının 21 Eylül’ünde D7 vizemle ülkeye, yeni evim Lisbon’a ayak bastım. 1 ay göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Şunu itiraf etmeliyim: Bunca yıl 50’den fazla ülkeye gerek iş gerek tatil amaçlı seyahat ettim, öncesi/sırası/sonrası yapılan tüm hazırlıkları hafuzadan yaptığımı düşünürdüm, ama başka bir ülkeye taşınmak başka bir telaş imiş.

Normalde  havaalanına giderken ya transfere ya taksiye atlar giderim, ama eşyam çok olmamasına rağmen kardeşimin beni alana bırakmasını istedim. Sağolsun gece yarısı geldi beni aldı. Yeni bi hayata giderken kardeşimin bu desteğine ihtiyacım olmuş, ne kıymetli idi beni bırakması alana, bi bilseniz! Düşünün ki bunca yıl seyahat için evden çıkarken evle ilgili her kontrolü otomatik yapan ve bugüne kadar hiçbir şeyi unutmayan ben defalarca kontrol ettiğim(i düşündüğüm) halde banyonun ışıklarını açık unutmuşum. Kardeşim arkamdan gidip kapattı. Arkanızı toplayan kardeşiniz varsa yeni maceralara daha hevesli çıkıyorsunuz.

Şehre geldiğim ilk günün akşamı Türk büyükelçiliğinde bir konser için davetiyesi olduğunu söyledi Maria. Yorgun olur musun ki dedi, aaa dedim, olsam ne olacak, gelirim. Hatta kendim gelirim. Nasılsa yerini biliyorum elçiliğin, Eda göstermişti. Ayrıca İstanbul’la karşılatırınca küçük bir şehir burası, bulurum diye hırs yaptım sanırım. Şehirden indik biz köye, kaybolmak niye?

Cais do Sodre merkez istasyonuna gittim, daha ben istemeden halimden yardıma ihtiyacım olduğunu anlayan birinin yardımıyla Belem için bilet aldım. Tek yön ve Zone 1 bileti, 1.85 Euro ödedim. Bindim Cascais trenine, baktım Belem 3. durak. Dışarıyı seyrederek giderken Belem istasyonunun önünden durmadan geçtiğimizi görünce nasıl bir çığlık attıysam herkes bana baktı! Sordum, meğerse bazı trenler express imiş, her durakta durmazmış. Bu tren Belem’den sonraki durakta duracakmış. Neyse, indim bir sonraki durakta. Ama hala hallederim n’olcak modundayım ya, ters yöne giden trene binerim, Belem’de inerim diye düşündüm. Çocuk oyuncağı! Bindim de. Tam kendime aferim derken biletleri kontrol eden kişi yanıma geldi, buyrun dedim biletimi gösterdim gururla. Demesin mi bu bilet Zone 1 için geçerli sadece, oysa biz  Belem’i geçince Zone 1’i de geçmişiz. Ve ayrıca bilet tek yön. Bu bilet ise şu an ters yön! Biletim haddini feci aşmış! Bugün şehirde ilk günüm, vallahi suçum yok diye dert anlatmaya çalışırken görevli sakin ve mutlu bir şekilde bana sorun yok dedi. Hatta Belem’de inince konser alanına nasıl gidebileceğimi de anlattı. O kadar telaş ve stresi boşuna yaşadım! Sakin Ol-101 dersi teoriği kolay uygulaması biraz kazık olacak bana, onca yılın alışkanlığı var. Yıldızlı pekiyi alıp da geçmeyen ne olsun!

Şu an günlerim sistemi öğrenerek ve şehrin sokaklarında kaybolarak geçiyor. Kendimi labirent şeklinde bir define sandığına bırakılmış gibi hissediyorum. Her sokakta başka tatlar, yaşanmışlıklar, renkler keşfediyorum. Eski ve yeni içiçe. Kayboldukça yeni şeyler buluyorum. Sanırım sokalardaki hikayeler de beni durultuyor. Ne yapıyorsam sakin sakin hakkını vererek yapıyorum. Uzun zamandır, yazı yazamıyordum, yazmaya başladım. Doğru yerde olduğumun işareti diye yorumluyorum.



Geleli nerdeyse 4 hafta oldu, her gün yürüyorum başka bir bölgeyi keşfediyorum, şehrin parçaları birleşmeye de başladı, yön duygum oluştu. Navigasyondan yardım alma oranım %95 azaldı.

Gelirken birkaç kutu lokum atmıştım valizime. Bir kutuyu üst komşuya verdim, hoşbuldum hediyesi diye. Benim için komşuluk önemli, evi ve yaşadığım yeri sahiplenmem için. (buraya gelirken ailem kadar İstanbul’daki komşularıma veda etmek de zor geldi, öyle kıymetli) Alt ve üst katımda biri Arjantinli diğeri Portekiz-İspanyol ortak yapımı 2 çift yaşıyor. Şimdiden keyifli bir iletişim kurduk, hatta bana hoşgeldin hediyesi getirdiler.

Evde ilk yemeği Maria’ya yapmak istemiştim, konuşurken karnıyarık özlediğini söylemişti. Ona sürpriz yapayım istedim. Ama burda sebzeler ve meyveler büyük hep. (Latin Amerika’dan tropik meyveler de geliyor, çok güzel tatları.) Patlıcanlar şişman. Of olmaz ki bunlardan diye düşürken bir tadına bakayım istedim. Evet, sebzelerin boyutları büyük ama şahane lezzetliler. Şişko patlıcanı kalın dilimler halinde kestim, karnıyarığımı yaptım. Vallahi çok leziz oldu, Maria kalanları aldı eve, eşine götürdü. Tamamdır, artık burdaki ev de yuva oldu 😊

İnsanlar mutlu, iyi niyetli ve yardımcı. Eve internet bağlaması için NOS firmasını beklerken karşı restoran bana internet şifresini verdi, lazım olur, onlar gelinceye kadar kullanın diye. Dedim ya, bizim mahalle oldu burası. Şu anki evim şehrin eski yerleşim yerlerinden Alfama’da, turistik bir bölge burası. Turistler bizim bina da dahil olmak üzere tepeden nehir manzarasını ve binaların çinilerini, sokakları fotoğraflıyor, geziyor. Bina kapısını açmak için anahtarı kilide her soktuğumda onlar turist diyorum içimden, yazık birkaç gün gezip gidecekler; oysa ben buralıyım ve şanslıyım 😊

Hani dedim ya kısa süreli seyahate gitmekle bir yere taşınmak başka telaşlarmış diye. Her ne kadar isteyerek geldiysem ve şimdiye kadar her şey yolunda gittiyse ve mutluysam da yine de demek ki farkında olmadan heyecan ve stres yapmışım. Ikinci hafta dudağımda kocaman bir uçukla uyandım. Hayatımda ilk defa! Eczaneden gidip ilaç alsam diye düşünüp uçuk Portekizce nasıl denir ki diye bakarken aklıma geldi: Buraya gelirken tıp doktoru olan ablam bana bir ilaç kutusu vermişti. Abla demiştim, bu ne! Ben hayatım boyunca bu kadar ilaç kullanmadım. İtiraz ettim taşımaya, koy dedi çantana, yerin var, zarar gelmez. Kutunun içine bir baktım. Uçuk için de ilaç koymuş ablam. Hatta bir kağıt yazmış, hangi ilaç nedir ne işe yarar, nasıl kullanılır diye. O an dedim ki insanın ablası olsun hayatta, sırtı yere gelmez!

Şehrin alametifarikalarından biri de sarı tramvaylar. Turistler bayılıyor 😊 Benim evimin önünde de tramvay yolu var, turistik 28 numaralı tramvay geçiyor. Geçen sokağa bakarak içkimi yudumlarken bir anda tramvayın enerji aldığı tellerinden birinin yerinden çıktığını gördüm. Yani bir anda deponuzda bir damla bile benzin kalmadığını düşünün, o hesap. Kaldınız mı yolda! En yakın benzin istasyonu nerde diye kara kara düşünürsünüz. Oysa tramvay öyle mi? Sakin ve yavaş hareket eden tramvay soförü indi tramvaydan, teli aldı yerine taktı, hop oldu bitti işte! Depo doldu, seyre devam 😊

Her gün bir şeyler keşfediyorum, öğreniyorum ya şimdi sırada kendime bir dil kursu bulmak, aylık toplu taşıma kartı çıkarmak var. Bu sene Lisbon’u yaşarken ülkenin diğer kısımlarını da görmek hedefim.

Bir ülkeyi sevmek, uzun süre yaşayınca mutlu olacağını görmek için 4 mevsim denemek lazım. Sonbahar güzel başladı, bakalım diğer ay ve mevsimler neler hissetirecek. Batı Yakası Hikayesi bize neler anlatacak. Birlikte göreceğiz.

Şimdilik:

Her sabah kahvemi, ilk gördüğümde deniz sandığım, Tejo Nehri’ne bakarak içiyorum ve diyorum ki: Iyi ki geldim, Lisbon bana iyi geldin.

18 Ekim 2022

Lisbon