4 Kasım 2022 Cuma

 WILD WEST WORLD (WWW)

Hani kendimi film setinde hissettiğim için Batı Yakası Hikayesi diye başladı ya Portekiz ve Lisbon yazıları, bu haftaki yazımı www.WildWestWorld.com temasıyla paylaşmak daha uygun olacak sanki. Çünkü her şeyden önce bu şehirde şahane bir vahşilik var. Okyanus etkisinden belki de havasında ve suyunda, Malta taşları sayesinde karada; yollarında, sokaklarında, ruhunda, duvar resimlerinde, mimarisinde, her şeyde! Ayrıca, bu hafta Lisbon’da, adresleri www ile başlayan teknoloji şirketlerinin buluştuğu dünyanın en büyük ve meşhur etkinliklerinden biri olan Websummit vardı. Farklı kıta ve ülkelerden 70 bin (belki de daha fazla) kişinin gayet yüksek bir katılım ücreti ödeyerek gelip takip ettiği bir organizasyon. Şehrin çekirdek nüfusunun 500 bin olduğunu düşününce katılımcı sayısının sokaklarda metrekareye düşen insan sayısını nasıl artırdığını varın siz hesap edin. Benim evimde de nüfus patlaması yaşandı. Çünkü İngiliz Dış Ticaret Ofisinin Türkiye organizasyonunu temsilen etkinliğe gelen arkadaşım Ahenk (Dereli) bende kaldı, evim şenlendi.

Websummit, büyük ve köklü teknoloji şirketlerinin yanısıra yeni iş fikirlerinin, start-up şirketlerin buluştuğu dev bir platform. 2016 yılından beri her sene Lisbon’da yapılıyor(muş). Çok sayıda panel, konuşma, etkinlik, gece sunumları ile yoğun bir program.

Gururdan zıplatacak bir haber vereyim hemen bu seneki Websummit’ten: Birleşik Krallık Dış Ticaret Bakanlığı’nın düzenlediği TechRocketship Awards  yarışmasında birinci bir Türk firması oldu! 250den fazla fikir arasından hem de. Nadide bir-inci! Fikrin ve şirketin sahibi Ömer Bey ile ödülü aldığı günün akşamında yemek yedik, keyifli anlatımı ile hikayesini dinledik. Vay be! Şimdi yazarken bir kez daha koltuklarım kabardı!

Yarışma, düzenleyen kurum, yarışmacılar ve tabii birinci olan Türk şirketi ENBIOSIS ile ilgili daha fazla detay öğrenmek isteyenler aşağıdaki linke dalabilir:

https://www.linkedin.com/posts/department-for-international-trade_top-3-winners-activity-6993988480083058688-RoRs?utm_source=share&utm_medium=member_ios

Websummit’i uğurladık, dönelim şehir maceramıza. Sevgili makiniste, Batı Yakası Hikayesi’nin bu bölümünde ne göstereceksin dediğimde, hadi LX Factory’ye gidelim, seveceksin demişti. Google’a sordum hemen, nasıl bir yer diye.

Şehrin Alcantara bölgesinde (yerleşim için yeni binaların sayısının hızla arttığı, 25 Nisan Köprüsü’nün bacağına yakın bir bölge) 1846 yılında bir iplik ve kumaş fabrikası kuruluyor, 23.000m2 lik bir alana. Zaman içerisinde el değiştirerek bir yemek işleme şirketine geçiyor fabrika. Günümüzde içinde 50den fazla tasarım dükkanı, kitapçı, lokanta, kafe ve bar bulunan bir hipster mekanı. Bir sanat ve eğlence sokağı. Hani bu şehrin cezbeden bir vahşiliği var diyorum ya, LX Factory’de de bunu görüyor, hissediyorsunuz. Mekana giriş yaptığımız kapılardan birinin yanındaki duvardaki görsel nasıl vahşi, nasıl çekici, nasıl etkileyici! Dakikalarca baktım durdum. Ben gündüz halini gördüm ama gece vintage mekanlardaki özel ışık ve ses şovları ile başka bir deneyim de sunuyormuş. Bir sonraki sefer akşam saatlerinde ziyaret edilecek diye notumu da aldım. 

Gezerken en dikkat çekici mekan Livraria Ler Devagar isimli kitapçı oldu. Doğal olarak, bir kitapçıda görmeyi beklediğiniz şey bolca kitap ama bu kitapçı başka. Hani vahşi dedik ya! Yerden tavana kadar kitap kaplı. Üstünüze kitap yağarcasına tüm duvarlar. Mekanın ortasında da tavanda bir bisiklet asılı, ve sanki hareket ediyor hissi veriyor. Kitap okuyun, özgürleşin, ruhunuz uçsun, daldan dala konsun der gibi. Ler (Portekizce okumak) özgürleştirir der.

LX Factory içinde Rio Maralvinho isimli mekanın terasında içkinizi yudumlayarak gün batımı izlemek çok keyifli oluyor diye de okumuştum ama o gün gün batımında şehrin başka bir bölgesinde programım olduğu için bir sonraki ziyaretime bıraktım. Nasılsa buralıyım, burdayım, yine gelirim 😊 Bu arada, bu buralıyım, burda yaşıyorum hissi çok hoşuma gidiyor, görmemişler gibi her fırsatta herkes de anlasın istercesine neler neler yapıyorum bir bilseniz! Sokağa her çıktığımda ya da eve geldiğimde açıp mektup gelmiş mi diye günde en az 2 kez posta kutumu (benim posta kutum çünkü o 😊) kontrol ediyorum. Her şey bu kadar online iletişime dönmüşken kim bana sürekli, her gün her gün mektup gönderecekse! Evin faturaları deseniz, zaten doğaya saygımızdan online gönderiliyor. Ama olsun kutuyu kontrol etmek iyi geliyor 😊 Ya da marketten alışveriş yaptım, eve yürüyorum di mi? Dış kapıyı açarken elimdekileri yere bırakmadan (çünkü ben burda yaşıyorum, evime alışveriş yaptım, bakın, turist değilim 😊) geçen tramvaydaki turistlere gülümsüyor, el sallıyorum. Elimde marketten alınmış şarap şişesi bir gün kapıyı açarken düşüp kırılınca göreceğim günümü, ama olsun. Gülü (görgüsüzce) seven, cam kırıklarına katlanır!

Bu şehirde sürekli geçmişle günümüz ve gelecek arasında geçişler yaşamak mümkün. Yaşanmışlık dolu sokaklardan geçerken geçmiş anılara dalıyor, bugünü yaşarken, gelecek için hayaller kuruyorum hep. Ve bu his bu şehri her gün daha fazla sevmeme sebep oluyor.

LX Factory’de gezerken bir tasarım dükkanın vitirininde topaç gördüm! Topaç (portekizcesi piao) ve sapan (fisga) benim çocukluk anılarımın simgelerinden. Ahşap topaçların artistik fotoğrafını çekeyim diye dükkanın içine girip yanıbaşında yine tahtadan yapılmış sapanları görünce iyice keyfim yerine geldi. Yıllar var ki topaç elime almamıştım, dükkanın içinde topacın birini bir döndürdüm! Zaman da geriye döndü, çocukluk günlerime gitti:

Sen kızsın, o yüzden topaç çeviremezsin diyen mahalledeki erkek arkadaşlarıma inat, tam 3 gün uğraşıp onlardan daha iyi ve havalı topaç çevirmeye başlamıştım. Benim için topaç demek başarı demek, özgürlük demek, vazgeçmemek, iyi ki kadınım, ne yapmak istersem onu yaparım diye hayata kafa tutmak demek.

Sapan ise biraz tehlikeli anılar saklıyor! Anneanemin ve dedemin evinde yan bahçede evi olan çocuklardan ceviz ağacımızı kıskanır, sakınırdım/k. Dedem dikmiş, büyütmüş o ağacı, çok kıymetli idi, paylaşmak istemezdim/k meyvesini.  Ama ağacın cevizleri öyle lezzetli idi ki (ve tabii yasağa inat) yan komşuların çocukları çalmak(!)  isterdi her fırsatta. Benden büyük, ve bizden sayıca çok oldukları için savunma silahları hazırlamıştık kardeşler ve kuzenlerle. Ah utanarak söylüyorum ama o tahta sapanlarla metal ve çok acıtıcı kurşunlarla az can yakmadık, az atış yapmadık yan bahçedeki çocuklara!

(Bu arada sapanın Portekizcesi fisga Türkçe'ye fiske vurmak olarak geçmiş olabilir mi?)

Tüm bu anılar canlanınca oturdum bir mekana, ısmarladım yeşil şarabımı (Portekiz’e has bir şarap bu, tamamen yerel üzümlerden yapılan), önce anneanneme ve dedeme, sonra ceviz ağacımıza ve çocukluk anılarıma renk katan herkese kadehimi kaldırdım. Canını  acıttıklarımdan da özür diledim, valla billa, ama onlar da cevizlerimize göz koymasa?! 😊

LX Factory, şehrin iki yakasını birbirine bağlayan modern 25 Nisan Köprüsünün altında geçmişe yolculuk yapmamı sağladı. Sevdim bu mekanı, tekrar tekrar giderim.

Evime yaklaşık 5 kilometre uzaklıkta LX Factory. Giderken ve dönerken yaya idim. Dönüşte bayağı yoruldum. 6 haftadır araba sürmüyorum, ve eve yaklaştığım sırada araba sürmeyi, ve araba sürmenin verdiği özgürlük hissini özlediğimi düşünürken mahallede bir başka vahşilik gördüm. Bir Jaguar! 4 tekerli, yeşil renkli, şahane bir model. Türünün ilk örneklerinden. Diyorum size bu şehir vahşi ve çekici. Yaban hayatı seviyorum! 😊 Eu gosto de animais selvagens...


Lisbon’da hava şimdilik çok güzel gidiyor. 6 haftada, sonbahar mevsiminde olmamıza rağmen, sadece 3-4 gün yağmur gördüm. Ama dedik ya şehir vahşi, yağmur yağınca normal boy bir şemsiye ile korunmak pek mümkün olmuyor. Eve ilk taşındığımda büyük bir şemsiye görmüştüm, sahibi bayağı iri biriydi herhalde diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Meğer sahibi değilmiş büyük olan, yağmurun vahşiliği sahici. Yağmurlu günlerde rüzgar ve nem de artıyor şehirde. Dikatli olmak lazım, okyanus ülkesinde hava çarpar alimallah.

Bu arada Portekizce öğrenmeye başladım. Aslında İngilizce ve İspanyolca ile gayet idare edebiliyorum. Ama dili bilmemek ve üstüne telaşlı olmam şaşırttı beni. Geçen, aseton almak için markete girdim. Güya yavaş ve sakin olmayı öğreneceğim bu şehirde. Nerdeeee!? Alışkanlıklar çabuk değişmiyor. Alışverişi hızlıca bitireyim derken nasais (Portekizce burun) kelimesini nails (Ingilizce tırnak) diye okuyunca aseton yerine burun üstündeki siyah noktaları temizleme suyu almışım. Şimdi düşün dur, burnumda siyah nokta nasıl yaparım diye, ki kullanayım o suyu 😊 Yarısı çıkmış ojeli tırnaklarımla yeniden markete gitmek şart oldu tabii. Akılsız başın...

Su demişken, Lisbon’da musluk suyu içilebiliyor. Hatta Avrupa’daki en kaliteli içme sularından biriymiş.

Şehrin bazı bölgelerinde cidden labirent şeklinde yollar ve kaybolmamak işten değil. Ama durun hemen navigasyonu açmayın. Ya nehre doğru yol alın, ya da tramvay yoluna. Illa ki bir merkeze çıkacaksınız. Hatta kaybolun ki keşfedin.

Bu en Batı’daki vahşi şehirde vahşi olmayan bir tek şey var: İnsanlar. İnsanlar sakin, mutlu, huzurlu ve güleryüzlü, her daim yardımcı. Tanıştığım bir Türk beni ‘mutlu insanlar ülkesine hoş geldiniz!’ diye selamladı. Hoşuma gitti.

Hoş buldum bir kez daha. Ben-vindo!

4 Kasım 2022, Lisbon