27 Aralık 2022 Salı

 SİYAH-BEYAZ BİR FİLM ve GRİ ŞARKILAR


Lisbon Avrupa’nın en eski şehirlerinden. Bazı kaynaklar, hatta, en eskisi olduğunu yazıyor. Eskilik tabii sadece zaman çağrıştırmıyor şehri gezerken, öyle çok hikaye, anı, kültür, ses ve nefes geçmiş ki dar sokaklarından! Evlerin ferforje balkonlarına (hatta bazı mahallelerde asılmış çamaşırlara), duvarlardaki yıpranmış ama hala kendine dakikalarca baktıran seramiklerine, Tejo nehrinin limanlarındaki eski teknelere, kaşiflerin şehri olduğunu her daim söylemek istercesine her amblem/logoda kullanılan kullanılan gemi figürlerine, Fado şarkılarına, ikinci el kitap satan dükkanlara ve dükkanlardaki kitap kokularına kapıldıkça kaptırıyorsunuz kendinizi daha fazlasına.

Tabii, siyah-beyaz taşlarla sanat eseri gibi döşenmiş kaldırımların da payı çok büyük bu çağrışımlarda. Sadece 2 renkle bu kadar renk, duygu, desen yaratmak! Sadeliğin gücünü böyle arsız kullanmak! Çok güzel çok...Şehri sokak sokak keşfederken ilk baktığım şeylerden biri bu taşlar ve desenler. Keyif veriyor. Ama tabii, bu taşlara bakmamın sebebi her zaman romantik değil. Hava yağmurlu ise taşlardaki beyaz yoğunluğunu özellikle kontrol etmek gerekiyor. Zira, taşların beyaz olanı ıslanınca feci kayıyor! 😊 Taşının rengini söyle sana kayma olasılığını söyleyeyim.

Yağmur demişken: Burda tüm hava olayları (kar hariç) yoğun yaşanıyor. Güneş, sis, yağmur. Geçenlerde 2 gün sürekli yağmur yağdı, mecbur değilseniz evden çıkmayın uyarıları eşliğinde. Sel yüzünden bazı yollar, köprüler kapandı. Şehrin yeni kısımlarında altyapı yet(e)medi. İtfaiye nereye kime yetişeceğini şaşırdı. Bu arada, buraya yağmur zamanı gelecek olursanız boşuna çantanıza şemsiye koymayın. Türkiye’den getireceğiniz şemsiyeler burda işe yaramaz çünkü. Hem küçük kalır, hem de orta şiddette ilk rüzgarda delinir ve uçar gider. Burda büyük/geniş, örtüsü kalın materyalden şemşiye iş görüyor. Zaten adından belli: Şemsiye Portekizce’de ‘guarda-chuva (guarda şuva diye okunuyor) demek, yani yağmurdan koruyucu. Şemsiye ise adı üstünde güneş kesmek için icat edilmiş, parasol (güneş için). Aynı amaca hizmet etmiyor😊

Yağmur yağarken kimileri için hayat zorlaşırken benim için romantizm katlanıyor. Eğer evde ya da güzel bir kafede iseniz elinizde içeceğiniz ve fonda müzikle kitap okuyup, yazı yazmak ve Tejo Nehrine bakıp hayal kurmak çok keyifli. Lizbon’daki evimi sevme sebeplerimden biri de bu. Burda evim Alfama’da; şehrin en eski yerleşim yeri burası ve şehri keşfe gelenlerin gözde bölgesi. Burda binalar öyle sağlam inşa edilmiş ki 1755 depreminde tüm şehir yerle bir olurken Alfama ayakta kalmış. Altyapısı da iyi bu bölgenin, yağmur suyu hızlıca yeraltına iniyor (ordan da Tejo nehrine). Ne demişler: Eskiyse yenidir! Nerde o eski akıl ve işçilikler? 😊

Hazır yağışlı günler başlamışken (burda kış yok çünkü, Aralık bitiyor biz daha yeni sonbahar yaşıyoruz) ben de biraz müze ve kitapçı gezmelerime yoğunlaştım. Ne kadar çok kitapçı var burda diye düşündüğüm bir gün Haluk (Mesci) Hocam beynimi okumuş olmalı ki bana bir istatistik gönderdi: Şehirlerin kişi başına düşen kitapçı sayılarını karşılatıran bir grafik. World Cities Culture Forum’un yayınladığı indekse göre Lisbon 100.000 kişiye düşen 41.6 kitapçı sayısı ile aralarında Melbourne, Toronto, Tokyo ve Londra’nın olduğu listede açık ara ilk sırada. Ikinci sıradaki Melbourne’nun sayısı 33.9. Vay dedim! Hoşuma gitti. Sonra başka istatistikler de buldum. Basılan yeni kitap sayısı, okuma oranı, kitaba harcanan para vs. Tüm bu kriterlerde Portekiz ve Lizbon hep ilk 10un içinde. Hem deli hem dolusun be Lisbon!

Kitapçılar içinde en meşhuru (ve turistik olanı) Livraria Bertrand. Mimarisi çok güzel. Aynı Lisbon sokakları gibi bir labirenti andırıyor binanın içi. İnce uzun bir ağaç gövdesinden sağa ve sola ayrılan dalları anımsatıyor bana. Çünkü her sağ ve sol dalda başka tür kitaplar yerleştirilmiş. Gövdenin en sonunda ise küçük ve sevimli kafesi var.

FX’teki Der Levagar da hoşuma gitmişti. Derin ve heybetli idi. Şehirde çok sayıda ikinci el kitap satan kitapçı da var. (Bir Pazar günü, izniniz olursa kapatacağız uyarısı ile çıktım birinden, vakit nasıl geçmiş anlamamışım tüm gün 😊)Keşfetmeye gidince Porto şehrindeki Livraria Levro (Google’dan aratıp bakın resimlerine, sırf o mimari için bile gidilir!) ve Braga’daki Centesima Pagina da zaman geçirilecek kitapçılar listeme alındı.

İkinci el kitapçıda o kadar uzun kalmamın sebebi Capo Verde ile ilgili bir kitaba rast gelmemdi. Yıllar önce bir Afrika ada ülkesi olan Capo Verde’ye gitmek istemiştim. Cesario Evora ve Buika hayranlığı onların ülkesini görmek için büyük istek yaratmıştı. Ama kısıtlı sayıdaki uçuşlar yüzünden planlayamamıştım. Yıllar sonra Lisbon’da ikinci el kitap satan bir dükkanda, uzun zaman Portekiz sömürgesinde kalmış, bu ada devleti hakkında bulduğum kitap bana tekrardan bu hevesimi hatırlattı. Yeni rotalara yelken açacak bir şeyler büyüyor içimde, hissediyorum 😊

Gelelim Portekizlilerle olan iletişimime: Dili öğrenmeye ve öğrendikçe de konuşmaya çaba gösteriyorum, sürekli. Geçen gün evde çalışırken kapı çaldı. Tanımadığım biri. Meğerse su sayaçlarını okumakla görevli kişi imiş. Yarı Portekizce yarı İngilizce konuştuk. Onun garaja inebilmesini sağladım ki su sayaçlarını okuyabilsin, asansörle garaja inebilmek için özel bir anahtara ihtiyaç var çünkü. Bizim apartman onun son adresi imiş, işini bitirip tatile girebildiği için mutlu olduğunu söyledi ve artık her ay hep benim zilimi  çalacağını. O zaman dedim, bundan sonra Portekizce konuşalım. Bakalım, gelecek ay kapımı çalacak, ve ben ne kadar konuşup anlayabileceğim.

Sokaklarda yaşı büyük çok insan var. Alışverişlerini filan hep kendileri yapıyorlar, hoşuma gidiyor onları böyle hayatın içinde görmek. Burda sokaklar onlarla güzel. Bazen elinizdeki paketlere yardım edeyim mi diye soruyorum. Öyle güzel teşekkür ediyorlar ki! Ben teşekkür ederim, Portekizce konuşmama sebep olduğunuz için demeye dilim yetiyor da sizler böyle sıcak davranınca evde hissediyorum kendimi, elde/gurbette değil demeye yetmiyor Portekizcem daha. O da olacak. Her şey çok güzel olacak! 😊

Bu ay Ulusal Çini Müzesi (National Tile Museum/Museu Nacional do Azulejo) ve Saramago Müzesini detaylı gezdim.

Ulusal Çini Müzesi, şehrin dışına doğru yer alan eski bir manastırın içinde. Çinilerdeki desenler ve görseller yaşanan dönemlerle birlikte farklılaşıyor. Şehri gezerken gördüğüm çinileri artık hangi döneme ait olduğunu anlayarak gezmek için iyi bir ziyaret oldu. Kısa süreli de olsa turistik gezi yapan herkese şiddetle öneririm bu müzeyi. Şehrin ruhunu anlamak için önemli. Müzedeki en öğretici eserlerden biri 1755 Depreminden önceki şehri panoramik olarak gösteren ve önemli binalarını anlatan çini eser. Portekizliler Azulejo diyor çini yerine, ama bina kaplama sanatı diye çevirmek daha açıklayıcı sanki.

Saramago Müzesi ise, adından da anlaşılacağı üzere Portekiz’in gurur duyduğu ve tüm dünyanın keyifle okuduğu Nobel ödüllü yazar Jose Saramago’nun hayatını ve eserlerini anlatan bir müze. Nispeten yeni bir müze ama içinde bulunduğu bina, Casa dos Bicos, şehrin en eski binalarından (1523 yılı) ve Art Nouveau tarzında inşa edilmiş. Binanın giriş katında ücretsiz bir arkeolojik kalıntı sergisi de var. Bu bina evime yürüyerek sadece 5-6 dakika mesafede; sık sık önünden geçmek ve binanın dış cephesinin nerdeyse yarısını kaplayan Saramago posterine selam vermek çok hoşuma gidiyor.

Başlıkta yazıp da Gri Şarkılardan bahsetmeyi unuttuğumu sanmayın. Bugünlerde öğrendiğim en etkileyici şeyi en sona sakladım:

Kanada’da yaşayan Haluk (Mesci) Hocam bir süredir her yıl değişiminde bize bir radyo programı yapar. Bu sene ondan ses çıkmayınca biraz dürtmüştük, 25 Aralık akşamı Clubhouse uygulaması üzerinden bir yayın yaptı. Online radyo programı Naylon’da, radyonun kurucusu Cenk Atayeter ile. Offf ne yayındı! Önce büyük bir sürpriz yapıp bana şahane bir Fado şarkısı gönderdi Hocam: Diana Vilarinho’nun kendi adını taşıyan albümünden. Gözümü açmadan dinledim. 2023 yılında Lizbon’da canlı izlemek şart oldu bu kadını.


Hemen üstüne de adını bu yazının başlığını belirlediğim renklerden alan Gülay’ın ‘Gri Şarkılar’ albümünden 2 parça çaldı. 2 gündür kulaklarımda Gülay, Lisbon sokaklarındayım. Bu kadar mı yakışır bu gri Fado tadında şarkılar bu siyah-beyaz sokaklara!

Renklerin ve notaların mesafe algısını değiştiren bir gücü de var. İddia ediyorum, Kanada ve Portekiz keşifler çağından beri hiç bu kadar yakın olmamıştı.

Çok yakında Kanada’yı yakınlaştıran bir diğer önemli etken kuzenimle yaşadığım Lizbon’u anlatan yazımda buluşmak üzere....

Mehlika Ö. Babaoğlu

Lizbon, 27 Aralık 2022

1 Aralık 2022 Perşembe

 

AŞK GEMİSİ (LOVE BOAT)

Yazının başlığı ile yaşımızı ele veriyoruz ama olsun: Aşk Gemisi (orjinal adı Love Boat) dizisini hatırlayanlar el kaldırsın.

Yaşı tutmayanlara da hemen bir parantez açayım: Aşk Gemisi, ilk bölümü 1976 sonlarında, son bölümü 1990 yılında gösterilmiş toplam 14 sezonluk bir romantik komedi dizisi idi. Bana çocukluğumu hatırlatan dizilerdendir. MS Pacific Princess adından lüks bir cruise gemisinde geçer, her yapılan seferde mürettebatın farklı yolcularla yaşadıklarını anlatır. Bilim kurgu, fantastik, vurdulu kırdılı senaryoların popüler olduğu günümüzde pek ilgi çeker miydi bilinmez ama biz çocukken dizinin yeni bölümlerini sabırsızlıkla beklerdik.

Lisbon’a taşındığım ilk gün bu diziyi hatırladım, andım. Çünkü Tejo Nehri’ne bakan evimin tam önünde bir liman var ve bu tür cruise gemileri yanaşıyor. Her sabah bu gemilerin bir yenisi geliyor, yolcular inip Lisbon’u ziyaret ediyor, akşama doğru yolcular bindikten sonra da düdüğünü kocaman öttürerek veda ediyor ve başka bir şehre/ülkeye doğru yol alıyor devasa gemiler.

Taşınmamın üçüncü günü eve internet bağlanmıştı ve TV kanalları da aktif hale gelmişti. O gün akşam giden cruise gemisinin ardından el salladıktan sonra televizyonda ilgimi çekecek ve Portekizcemi de geliştirebileceğim hangi kanallar/programlar var diye bakarken ne buldum dersiniz? Aşk Gemisi! Çölde serap görüyorum sanmayın, vallahi de billahi de oynuyor. Memoria kanalında her akşam bir bölüm gösteriliyor. Orjinal dilinde, İngilizce; ama Portekizce alt yazı da var. Her sabah evimin önüne gelen gemiye günaydın diyorum, akşam o düdüğünü öttürüp hoşçakal deyince arkasından el sallıyorum ve açıyorum televizyonu Aşk Gemisi’nden bir bölüm izliyorum. Vallahi değmeyin keyfime 😊

Gelelim yeni keşiflerimize:

Websummit’in bitiminde Ahenk İstanbul’a dönmeden önce boş bir Cumartesi vardı. Kongre merkezine gidip gelirken ve akşamları vakit buldukça bir miktar Lisbon’u yaşayabildiği için hadi dedik çok methini duyduk/okuduk masal şehri Sintra’ya gidelim.


Açıkçası görülmesi gereken saraylar, turistik binalar/yerler hakkında bir şeyler okumuştuk ama ikimiz de biraz gidişine bırakmak istedik sanırım, çok da detaylı plan yapmadan yola çıktık. Rossio’daki tren istasyonundan kalkan treni kullanarak 40 dakikada Sintra’ya vardık. Havanın güzel bir sonbahar olması ve tabii haftasonu etkisi ile Sintra biraz kalabalıktı (ya da belki hep böyle). İkimizin de ruhu yabani olunca bir biraz alternatif bir Sintra gezintisi yaptık. Normal yolları kullanmak yerine orman sapaklarından dalarak Unesco korumasına alınmış eserlerin olduğu yerlere çıktık ama kalabalığa karışmak istemediğimz için bu sarayların içini gezmedik. Tabii ki tekrar gideceğim ve detaylı gezeceğim bütün o tarihi yapıları, o zaman kendi gözlemlerimi daha çok aktaracağım ama şimdilik şu kadar söyleyeyim:

Sintra’ya girince kendinizi bir masalın içine bırakılmış gibi hissediyorsunuz. Unesco korumasına alınmış Pena Sarayı ve Regaleira Sarayı’nın dıştan görünümleri bile sizi Ortaçağ zamanlarına taşıyor hemen. Regaleira’nın bahçesindeki 27 metre derinliğindeki ters kuyu merakımı cezbetmedi diyemem ama daha az kalabalık bir zamanda gelmeyi tercih ettim sanırım. Ahenk de benzer görüşte olunca muhteşem bir doğa yürüyüşü ile bu iki sarayı dışardan gördük, tepeden Mouros Kalesi’ni kuşbakışı izledik ve bu yürüyüşü yaparken deli sohbet ettik. Özlemişiz birbirimizi, Sintra’da beraber zaman geçirmek bize çok iyi geldi.


Sintra’ya bir sonraki gidişimde bu tarihi sarayların içini gezmek ve sizlerle hikayalerini paylaşmak dışında bir not daha düştüm aklıma: Avrupa kıtasını en batı noktası olan Roca Burnu (Cabo da Roca)’na da gideceğim. Sintra’ya otobüsle 30 dakika mesafede olan Roca Burnu keşifler çağına kadar dünyanın da en son noktası sanılıyormuş. Ne zaman ki Atlas Okyanusu geçilmiş, başta Amerika olmak üzere başka kıta ve ülkeler kefedilmiş, mertlik bozulmuş. Roca Burnu dünyanın en uç noktası değil artık ama her daim Avrupa’nın en batısı.

Ahenk’i arkasında Tejo nehrinden alınmış su dökerek uğurladım ve yeni haftaya başladım. Yeni haftada hedefimde sağlık sistemine kayıt olmak vardı. Pardon! Sağlık sistemine kayıt olmak için süreci başaltmak vardı. Yok öyle hızlı hızlı, paldır küldür yaşamak. 😊 Söz verdim öğreneceğim bu sakinliği.

İlk önce Junta’ya gidip adres kaydı yaptırmam gerekiyormuş. Gittim de. Çalışanlar ağırkanlılar familyasının pratik olmayanlar kolundanlar. Bakışlarından belli 😊 Olsun, tatlı dille hallederim her şeyi. Orta yaşı biraz geçmiş Ingilizce bilmeyen bir görevliye denk geldim. Portekizcem henüz yetmediği için arka taraftan gençten bir görevliden yardım istedi. Ay ama genç dediğin biraz atak olur, kanı deli deli akar, çözüm üretir! Benden kira sözleşmemi, pasaport kopyamı ve kira ödemesini gösteren dekontu istedi. Dekont hariç hepsi yanımda idi, hem de yalakalık olsun diye renkli fotokopi hazır etmiştim! Ekstradan bir de evin elektrik faturasını almıştım yanıma, hani orda yaşadığımı anlasın diye. Yok! Abi, Nuh diyor peygamber demiyor, illa kira dekontu istiyor. Bankamdan mail istedim, işte dekont diyorum, bana çıktı lazım diyor. Size mail atsam da 1 sayfa altı üstü, siz çıktıyı alsanız. Ih ıhhh! Tamam sakin olacağım da bu da çok değil mi ya diyerek çıktım ordan. Eve geldim, - lazım olabilecek evrakların çıktılarını almıştım, belki evde vardır diye -ama dekont yok. Yakında çıktı alabileceğim bir yer bulur muyum diye bakınarak yürürken mahallemizdeki butik otelin resepsiyonundakilerden yardım istedim. Tabii ki gayet kibar bir şekilde yardımcı oldular.Aldım dekontu elime, ikinci raund için hop tekrar Junta’da delikanlının önündeyim. Ama arkadaş tutturdu bu sefer de bu dekont Türk bankasından, bizim istediğimiz format bu değil diye. Canım bak, serbest ekonomi diye bir şey var, dünyanın hangi bankasından ödemek istersem kiramı ordan öderim, diplomatik kriz yaratma, ülkeleri böyle ötekileştirme dercesine tonumu yükseltiyordum ki artık bu kadarına ben de dayanamayacağım diyen orta yaştaki görevli uzatma artık dercesine (bence dedi hatta ama benim Portekizcem yetmedi anlamaya! 😊) bir el salladı ve halletti işimi. Oh be! Ne varsa eski topraklarda var! Halletti dediğim talebimi sisteme girdi, yok öyle aynı gün evrağı vermek. Sordular, eğer 24 saat sonraya istiyorsam (ki bu acil demek oluyor, gülmeyin valla billa!!) daha fazla ödemem gerekiyormuş, yoksa 5 Euro ödeyip 5 gün sonra alabileceğim. Ay dedim, siz hiçbir şeye acele etmiyorsunuz da benim başım kel mi? Yok acelem dedim, beklerim. Gıcıklığım tuttu. Çıktım Junta’dan, en azından ilk aşamayı hallettim diyerek. Ama şu an yavaş olamam, kimse kusura bakmasın, hızlıca gidip bir koca kadeh şarap içmeye ihtiyacım var!

Ertesi hafta evrağı almaya gittiğimde aynı genç arkadaş bana o evrağı götüreceğim sağlık merkezinin adresini tarif edince kibarca affettim onu ama. Dostuz artık 😊 Yine de 'Hadi Hızlanalım-101' dersime kendisini kaydettim, ve tamamen ona özel İstanbul’daki mahallemin muhtarını bu derse konuk konuşmacı olarak getireceğim. Meslektaşından öğrensin, hızlı ve pratik nasıl olunur. Ben ne desem boş! 😊

Bu arada, sağlık sistemi numaramı almak için acaba kaç hafta bekleyeceğim bakalım diye düşünüp konuyla ilgili bilimum espri yaptıktan sonra, gittiğim merkezdeki görevlinin açıklamaları ile gönderdiğim maile 24 saat geçmeden içinde sağlık numaram yazan cevap gelince utandım vallahi. Ayıp bana!

Her hafta şehirde en az bir müzeye vakit ayırmaya çalışıyorum. Bu hafta Caluste Gulbenkian Museum’u ziyarete gittim. Tekrar tekrar da giderim. Öyle güzel!

Müzenin kurucusu İstanbul Üsküdar doğumlu bir Ermeni olan Kalust Sakis Gülbenkyan. Gülbenkyan, jeoloji mühendisliği okumuş ve Birinci dünya Savaşı sırasında Osmanlı diplomatlığı yapmış. Osmanlı zamanında belli bölgelerde petrol yataklarını araştırıp bulan kişi. Dönemin padişahı II. Abdülhamid’den izin alarak Basra ve Bağdat civarlarında petrol aramış ve bulmuş da. Kolay olmamış tabii bu süreçler. Ama yılmamış ve uzun uğraşlar sonucu Türk Petrol Şirketi (Turkish Petroleum Company)’ni kurmuş ve % 5 ortak olmuş. Bu sebepten dolayı ‘Bay Yüzde Beş’ olarak da anılıyor.

II. Dünya Savaşı ile Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan Gülbenkyan bir süre birkaç farklı ülkede yaşadıktan sonra Lizbon’a yerleşmiş. Bu kararı vermesinde Lizbon’un İstanbul’a benzemesinin büyük payı olduğu söyleniyor. Burada adını taşıyan Gülbenkyan Vakfı’nı kurduktan hemen sonra da 6.000 parçalık paha biçilmez koleksiyonunun tamamını bir müze kurarak herkesle paylaşmak istemiş. Bu hayali ancak ölümünden 14 yıl sonra doğumunun 100. yılında, Ekim 1969’da açılabilmiş.

Müze binası büyük bir bahçe içinde. Öyle ki bahçenin içinde müze binası, bir amfi tiyatro, yürüyüş parkurları ve vakıf binası da mevcut ve minimalist ve doğayla bütünleşik bir mimari anlayışla tasarlanmış.

Müzede Antik Mısır Eserleri, Greko-Romen Eserler, Doğu İslam Sanatı Eserleri (içinde İznik çinileri ve Bursa dokuması halılar da var), Ermeni Sanatları, UzakDoğu Sanatları, Avrupa Sanatı, Rönenas, 18. yy Sanatları,Francesco Guardi resimmleri, Fransız ve İngiliz Heykelleri ve 19.yy sanatları farklı farklı salonlarda sergilenmekte.

Müze Pazar günleri saat 14.00 itibariyle ücretsiz gezilebiliyor. Müzeyi keşfettikten sonra alt kattaki kafede güzel manzara eşliğinde bir kahve içmeden çıkmayın derim.


Gelelim Portekizce öğrenciliğime: Her gün çalışıyorum. Bazen acaba İspanyolcam geriler mi, unutur muyum diye korkuyorum da. Geçen sokakta bir amca durdurdu. Portekizce bilmiyorum dedim ama Portekizce! Amcayla bakıştık, gülüştük. Bakalım, azimliyiz, öğreneceğiz. Mottomuz (AFAD’ın deprem tatbikatına gönderme olsun diye): Vur, kır, konuş!

Bu arada, ben bu yazıyı tamamlarken Portekiz Dünya Kupasında ilk 16’da yerini aldı. Força Portugal! Futbol çok önemli bu ülkede. Maça yetişemeyenler sokakta ellerinde telefon yürürken izliyordu, kadın/erkek/çocuk hep birlikte.

Yaban(i) ellerde hayat böyle devam ediyor işte. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...

Lisbon, 29 Kasım 2022