1 Aralık 2022 Perşembe

 

AŞK GEMİSİ (LOVE BOAT)

Yazının başlığı ile yaşımızı ele veriyoruz ama olsun: Aşk Gemisi (orjinal adı Love Boat) dizisini hatırlayanlar el kaldırsın.

Yaşı tutmayanlara da hemen bir parantez açayım: Aşk Gemisi, ilk bölümü 1976 sonlarında, son bölümü 1990 yılında gösterilmiş toplam 14 sezonluk bir romantik komedi dizisi idi. Bana çocukluğumu hatırlatan dizilerdendir. MS Pacific Princess adından lüks bir cruise gemisinde geçer, her yapılan seferde mürettebatın farklı yolcularla yaşadıklarını anlatır. Bilim kurgu, fantastik, vurdulu kırdılı senaryoların popüler olduğu günümüzde pek ilgi çeker miydi bilinmez ama biz çocukken dizinin yeni bölümlerini sabırsızlıkla beklerdik.

Lisbon’a taşındığım ilk gün bu diziyi hatırladım, andım. Çünkü Tejo Nehri’ne bakan evimin tam önünde bir liman var ve bu tür cruise gemileri yanaşıyor. Her sabah bu gemilerin bir yenisi geliyor, yolcular inip Lisbon’u ziyaret ediyor, akşama doğru yolcular bindikten sonra da düdüğünü kocaman öttürerek veda ediyor ve başka bir şehre/ülkeye doğru yol alıyor devasa gemiler.

Taşınmamın üçüncü günü eve internet bağlanmıştı ve TV kanalları da aktif hale gelmişti. O gün akşam giden cruise gemisinin ardından el salladıktan sonra televizyonda ilgimi çekecek ve Portekizcemi de geliştirebileceğim hangi kanallar/programlar var diye bakarken ne buldum dersiniz? Aşk Gemisi! Çölde serap görüyorum sanmayın, vallahi de billahi de oynuyor. Memoria kanalında her akşam bir bölüm gösteriliyor. Orjinal dilinde, İngilizce; ama Portekizce alt yazı da var. Her sabah evimin önüne gelen gemiye günaydın diyorum, akşam o düdüğünü öttürüp hoşçakal deyince arkasından el sallıyorum ve açıyorum televizyonu Aşk Gemisi’nden bir bölüm izliyorum. Vallahi değmeyin keyfime 😊

Gelelim yeni keşiflerimize:

Websummit’in bitiminde Ahenk İstanbul’a dönmeden önce boş bir Cumartesi vardı. Kongre merkezine gidip gelirken ve akşamları vakit buldukça bir miktar Lisbon’u yaşayabildiği için hadi dedik çok methini duyduk/okuduk masal şehri Sintra’ya gidelim.


Açıkçası görülmesi gereken saraylar, turistik binalar/yerler hakkında bir şeyler okumuştuk ama ikimiz de biraz gidişine bırakmak istedik sanırım, çok da detaylı plan yapmadan yola çıktık. Rossio’daki tren istasyonundan kalkan treni kullanarak 40 dakikada Sintra’ya vardık. Havanın güzel bir sonbahar olması ve tabii haftasonu etkisi ile Sintra biraz kalabalıktı (ya da belki hep böyle). İkimizin de ruhu yabani olunca bir biraz alternatif bir Sintra gezintisi yaptık. Normal yolları kullanmak yerine orman sapaklarından dalarak Unesco korumasına alınmış eserlerin olduğu yerlere çıktık ama kalabalığa karışmak istemediğimz için bu sarayların içini gezmedik. Tabii ki tekrar gideceğim ve detaylı gezeceğim bütün o tarihi yapıları, o zaman kendi gözlemlerimi daha çok aktaracağım ama şimdilik şu kadar söyleyeyim:

Sintra’ya girince kendinizi bir masalın içine bırakılmış gibi hissediyorsunuz. Unesco korumasına alınmış Pena Sarayı ve Regaleira Sarayı’nın dıştan görünümleri bile sizi Ortaçağ zamanlarına taşıyor hemen. Regaleira’nın bahçesindeki 27 metre derinliğindeki ters kuyu merakımı cezbetmedi diyemem ama daha az kalabalık bir zamanda gelmeyi tercih ettim sanırım. Ahenk de benzer görüşte olunca muhteşem bir doğa yürüyüşü ile bu iki sarayı dışardan gördük, tepeden Mouros Kalesi’ni kuşbakışı izledik ve bu yürüyüşü yaparken deli sohbet ettik. Özlemişiz birbirimizi, Sintra’da beraber zaman geçirmek bize çok iyi geldi.


Sintra’ya bir sonraki gidişimde bu tarihi sarayların içini gezmek ve sizlerle hikayalerini paylaşmak dışında bir not daha düştüm aklıma: Avrupa kıtasını en batı noktası olan Roca Burnu (Cabo da Roca)’na da gideceğim. Sintra’ya otobüsle 30 dakika mesafede olan Roca Burnu keşifler çağına kadar dünyanın da en son noktası sanılıyormuş. Ne zaman ki Atlas Okyanusu geçilmiş, başta Amerika olmak üzere başka kıta ve ülkeler kefedilmiş, mertlik bozulmuş. Roca Burnu dünyanın en uç noktası değil artık ama her daim Avrupa’nın en batısı.

Ahenk’i arkasında Tejo nehrinden alınmış su dökerek uğurladım ve yeni haftaya başladım. Yeni haftada hedefimde sağlık sistemine kayıt olmak vardı. Pardon! Sağlık sistemine kayıt olmak için süreci başaltmak vardı. Yok öyle hızlı hızlı, paldır küldür yaşamak. 😊 Söz verdim öğreneceğim bu sakinliği.

İlk önce Junta’ya gidip adres kaydı yaptırmam gerekiyormuş. Gittim de. Çalışanlar ağırkanlılar familyasının pratik olmayanlar kolundanlar. Bakışlarından belli 😊 Olsun, tatlı dille hallederim her şeyi. Orta yaşı biraz geçmiş Ingilizce bilmeyen bir görevliye denk geldim. Portekizcem henüz yetmediği için arka taraftan gençten bir görevliden yardım istedi. Ay ama genç dediğin biraz atak olur, kanı deli deli akar, çözüm üretir! Benden kira sözleşmemi, pasaport kopyamı ve kira ödemesini gösteren dekontu istedi. Dekont hariç hepsi yanımda idi, hem de yalakalık olsun diye renkli fotokopi hazır etmiştim! Ekstradan bir de evin elektrik faturasını almıştım yanıma, hani orda yaşadığımı anlasın diye. Yok! Abi, Nuh diyor peygamber demiyor, illa kira dekontu istiyor. Bankamdan mail istedim, işte dekont diyorum, bana çıktı lazım diyor. Size mail atsam da 1 sayfa altı üstü, siz çıktıyı alsanız. Ih ıhhh! Tamam sakin olacağım da bu da çok değil mi ya diyerek çıktım ordan. Eve geldim, - lazım olabilecek evrakların çıktılarını almıştım, belki evde vardır diye -ama dekont yok. Yakında çıktı alabileceğim bir yer bulur muyum diye bakınarak yürürken mahallemizdeki butik otelin resepsiyonundakilerden yardım istedim. Tabii ki gayet kibar bir şekilde yardımcı oldular.Aldım dekontu elime, ikinci raund için hop tekrar Junta’da delikanlının önündeyim. Ama arkadaş tutturdu bu sefer de bu dekont Türk bankasından, bizim istediğimiz format bu değil diye. Canım bak, serbest ekonomi diye bir şey var, dünyanın hangi bankasından ödemek istersem kiramı ordan öderim, diplomatik kriz yaratma, ülkeleri böyle ötekileştirme dercesine tonumu yükseltiyordum ki artık bu kadarına ben de dayanamayacağım diyen orta yaştaki görevli uzatma artık dercesine (bence dedi hatta ama benim Portekizcem yetmedi anlamaya! 😊) bir el salladı ve halletti işimi. Oh be! Ne varsa eski topraklarda var! Halletti dediğim talebimi sisteme girdi, yok öyle aynı gün evrağı vermek. Sordular, eğer 24 saat sonraya istiyorsam (ki bu acil demek oluyor, gülmeyin valla billa!!) daha fazla ödemem gerekiyormuş, yoksa 5 Euro ödeyip 5 gün sonra alabileceğim. Ay dedim, siz hiçbir şeye acele etmiyorsunuz da benim başım kel mi? Yok acelem dedim, beklerim. Gıcıklığım tuttu. Çıktım Junta’dan, en azından ilk aşamayı hallettim diyerek. Ama şu an yavaş olamam, kimse kusura bakmasın, hızlıca gidip bir koca kadeh şarap içmeye ihtiyacım var!

Ertesi hafta evrağı almaya gittiğimde aynı genç arkadaş bana o evrağı götüreceğim sağlık merkezinin adresini tarif edince kibarca affettim onu ama. Dostuz artık 😊 Yine de 'Hadi Hızlanalım-101' dersime kendisini kaydettim, ve tamamen ona özel İstanbul’daki mahallemin muhtarını bu derse konuk konuşmacı olarak getireceğim. Meslektaşından öğrensin, hızlı ve pratik nasıl olunur. Ben ne desem boş! 😊

Bu arada, sağlık sistemi numaramı almak için acaba kaç hafta bekleyeceğim bakalım diye düşünüp konuyla ilgili bilimum espri yaptıktan sonra, gittiğim merkezdeki görevlinin açıklamaları ile gönderdiğim maile 24 saat geçmeden içinde sağlık numaram yazan cevap gelince utandım vallahi. Ayıp bana!

Her hafta şehirde en az bir müzeye vakit ayırmaya çalışıyorum. Bu hafta Caluste Gulbenkian Museum’u ziyarete gittim. Tekrar tekrar da giderim. Öyle güzel!

Müzenin kurucusu İstanbul Üsküdar doğumlu bir Ermeni olan Kalust Sakis Gülbenkyan. Gülbenkyan, jeoloji mühendisliği okumuş ve Birinci dünya Savaşı sırasında Osmanlı diplomatlığı yapmış. Osmanlı zamanında belli bölgelerde petrol yataklarını araştırıp bulan kişi. Dönemin padişahı II. Abdülhamid’den izin alarak Basra ve Bağdat civarlarında petrol aramış ve bulmuş da. Kolay olmamış tabii bu süreçler. Ama yılmamış ve uzun uğraşlar sonucu Türk Petrol Şirketi (Turkish Petroleum Company)’ni kurmuş ve % 5 ortak olmuş. Bu sebepten dolayı ‘Bay Yüzde Beş’ olarak da anılıyor.

II. Dünya Savaşı ile Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan Gülbenkyan bir süre birkaç farklı ülkede yaşadıktan sonra Lizbon’a yerleşmiş. Bu kararı vermesinde Lizbon’un İstanbul’a benzemesinin büyük payı olduğu söyleniyor. Burada adını taşıyan Gülbenkyan Vakfı’nı kurduktan hemen sonra da 6.000 parçalık paha biçilmez koleksiyonunun tamamını bir müze kurarak herkesle paylaşmak istemiş. Bu hayali ancak ölümünden 14 yıl sonra doğumunun 100. yılında, Ekim 1969’da açılabilmiş.

Müze binası büyük bir bahçe içinde. Öyle ki bahçenin içinde müze binası, bir amfi tiyatro, yürüyüş parkurları ve vakıf binası da mevcut ve minimalist ve doğayla bütünleşik bir mimari anlayışla tasarlanmış.

Müzede Antik Mısır Eserleri, Greko-Romen Eserler, Doğu İslam Sanatı Eserleri (içinde İznik çinileri ve Bursa dokuması halılar da var), Ermeni Sanatları, UzakDoğu Sanatları, Avrupa Sanatı, Rönenas, 18. yy Sanatları,Francesco Guardi resimmleri, Fransız ve İngiliz Heykelleri ve 19.yy sanatları farklı farklı salonlarda sergilenmekte.

Müze Pazar günleri saat 14.00 itibariyle ücretsiz gezilebiliyor. Müzeyi keşfettikten sonra alt kattaki kafede güzel manzara eşliğinde bir kahve içmeden çıkmayın derim.


Gelelim Portekizce öğrenciliğime: Her gün çalışıyorum. Bazen acaba İspanyolcam geriler mi, unutur muyum diye korkuyorum da. Geçen sokakta bir amca durdurdu. Portekizce bilmiyorum dedim ama Portekizce! Amcayla bakıştık, gülüştük. Bakalım, azimliyiz, öğreneceğiz. Mottomuz (AFAD’ın deprem tatbikatına gönderme olsun diye): Vur, kır, konuş!

Bu arada, ben bu yazıyı tamamlarken Portekiz Dünya Kupasında ilk 16’da yerini aldı. Força Portugal! Futbol çok önemli bu ülkede. Maça yetişemeyenler sokakta ellerinde telefon yürürken izliyordu, kadın/erkek/çocuk hep birlikte.

Yaban(i) ellerde hayat böyle devam ediyor işte. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...

Lisbon, 29 Kasım 2022

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder