18 Şubat 2019 Pazartesi

MADRID: Yine, yeni, yeniden...


Madrid: ‘Bir gün gezi yazılarımı İspanyolca yazabilme’ hedefime bir adımdan daha fazla yaklaşmamı sağlayan şehir.
Madrid: Detaylarına girdikçe sizi daha fazla kendine çağıran şehir.
Madrid: Sokakları, müzeleri, insanları ile renkli, keyifli, sakin ve asi şehir!
3 haftalık Madrid seyahatimin özeti aslında bu 3 cümle. Gelin bu 3 hafta boyunca Madrid ve İspanya ve kültürü üzerine aldığım notları beraber temize çekelim:
20 Ocak -9 Şubat 2019 arası Madrid’de olacaktım. Gitmeden önce hava durumuna bakmadım; malum kış ayları, yağmur/kar ve soğuktan başka ne olacaktı ki. Madrid nedense kışın kar yağan ve karasal iklimi olan bir şehir olarak yer etmiş aklımda. Halbuki bu bilginin oluşması için hiç bir şey okumamıştım. Belki de tüm başkentlerin Ankara’ya benzediğini varsaydı aklım. O yüzden gitmeden önce hava durumuna bakmak yerine sokakta çok fazla gezemeyeceğimi düşündüğümden şehirde kapalı alanda vakit geçirebileceğim ne kadar müze, galeri vs var araştırmıştım. 2 şeye yanılmışım:
Birincisi, Madrid kar alan bir şehir değil. Kaldığım sürede de sadece 2 gün aralıklı yağmur yağdı, ve hava - geceleri saymazsak (1-3 derece)- yürümek icin ideal sıcaklıkta(14-17derece) ve pırıl pırıl güneşli idi. Bu sayede şehrin sokaklarını daha fazla yaşayabildim. Oysa, Madridlilere sorsanız bu kış çok soğuk geçiyor.
Ikinci yanıldığım şey şehirde bir hayli müze olduğu ve bu müzelerin hepsiyle ilgili tüm bilgileri gitmeden topladığımdı. Evet, şehrin müze sayısı ve içeriği çok zengin, bu doğru; ama internette araştırdığınızdan çok daha fazla sayıda ve farklı içerikte küçük müzeler de var. Sürekli ya da süreli sergileri olan. Cibeles Meydanı’na yakın bir sokakta tesadüfen gözüme çarpan 3 katlı bir evin içindeki Miro Müzesi buna sadece bir örnek. Nerdeyse her gün, şehrin farklı bir bölümünde bir müze ve/veya galeri gözüme ilişti, ziyaret listemde olmayan. Yani, Madrid aslında, sanatsal anlamda internette bulacağınız bilgilerden çok daha zengin bir şehir. 
Müzelerin çoğu öğrencilere ücretsiz, ücretli olanlar da göstermelik bir bilet parası alıyorlar öğrencilerden. Uzun saatler açık (kış dönemi akşam 19-20.00, yazın daha da geç saatlere kadar) ve genelde saat 16.00 sonrası herkese ücretsiz. Ödediğiniz vergilerin sanata yatırım icin kullanıldığını bilmek güzel.
Vergi demişken, İspanya’da çalışanlar aslında bayağı yüksek bir gelir vergisi ödüyor. Avrupa’nın en yükseklerinden. Bununla birlikte gelir düzeyi Avrupa’nın üst sıralarında değil. Asgari ücret çok yeni 750 Euro’dan 900 Euro’ya çıkartılmış. Lüksemburg’ta asgari ücretin 2000 Euro civarı, Almanya, Fransa, Ingiltere gibi gibi Avrupa’nin büyük ekonomilerinde bu rakamın 1400-1600 Euro arasında olduğunu düşünürseniz kişi başı gelir sıralamasında İspanya’nın yerini daha iyi tahmin edebilirsiniz. Ülkede gelirin %50-60ı ev kirasına gidiyor. Temel gıda fiyatları diğer ülkelere göre daha ucuz gibi görünse de gelir seviyesine göre karşılaştırma yapınca aslında diğer ülkelere göre hayat ucuz değil. Ispanyollar az kazanıyor ama birçok ülkeden çok daha mutlu yaşıyorlar. Sebebi? Hangisini saysak ki: Harika zeytinyağı, insani kendinden geçiren yemekleri, şarapları, içinizi bazen kıpır kıpır eden, bazen hüzünlendiren müzikleri, tutkulu ve ateşli Flamenko dansı, doğal ve samimi dili, ah ya o ekmekleri! 😊
Tüm bunların yanısıra böyle mutlu olmalarının ve uzun yaşamalarının bir sırrı de acaba hiçbir isyan duygusunu içlerinde bastırmamaları olabilir mi diye de düşünmeden edemiyorum bu aralar. Bu Madrid’e 3. gelişimdi, ilk defa bu kadar uzun kaldım ve daha fazla gözlem yapabildim. Ama her geldigimde en az bir konudan dolayı şehirde yürüyüş/protesto ile karşılandım. Bu sefer taksicilerin (Los taxistas) grevine (huelga) şahit oldum. Doğuştan anarşist!(😊) Katalanların Barcelona’da başlattıkları grev Madrid’e de sıçramıştı benim gittiğim gün. Bu isyancı ruhlarını çok sevdiğim Barcelonalılar 4 gün içinde grevi sonlandırdı ama Madridli taksiciler 10 gün daha direndi. Hem şartlarının iyileştirilmesi hem de Uber’in kaldırılması için. Benzer yapıdaki ruhum tabii onları her gördüğü miting alanında sloganlarına eşlik ederek destekledi. Her ortamda İspanyolca pratik yapmalıydım ama di mi? 😉 Şaka bir yana, tepkilerini medenice yansıtıyorlar, içlerinde tutmuyorlar. Ama benim de şunu söylemem lazım sevgili Los Taksistalar: Kızmayın ama CabiFy çok iyi çalışıyor, ve sizin gibi (ve aynı bizim taksiciler gibi) gereksiz (ve çoğu zaman bilinçli) şekilde dolaştırıp fazla para da almıyor. Doğruya doğru!
Daha fazla ortalığı kızıştırmadan konuyu değiştirelim: 
Madrid’de kolay ve tüm şehri kapsayan bir metro ağı var. Birçok Avrupa şehrine göre metro gayet temiz. Tabii aslında uzak bir bölgeye gitmeyecekseniz, ya da aceleniz yoksa ve benim gibi sokaklarda detay keşfetme arzusunda iseniz çok da yüz vermek istemiyorsunuz metroya. Madrid düz bir şehir. Yürüyerek gezmesi hem kolay, hem de çok keyifli. Ayrıca, tüm semtlerde ve sokaklarda köşe başlarında ya da her uygun alanda banklar var. Soluklanmak isterseniz bir kahve/kitap/gazete eşliğinde sizi oturmaya bekliyorlar.
Trafik sakin, kurallar eksiksiz işliyor, ve trafik hep yayanın lehine düzenleniyor. Bir sokakta eğer kırmızı ışık yoksa, yaya karşıdan karşıya geçmek istediği zaman öncelik hep onun, araçlar (bisiklet dahil) duruyor. Tereddütsüz adımınızı yola atabilirsiniz. 3 hafta boyunca hiç korna sesi duymadım desem yeridir. Oysa Norveçlilere, Hollandalılara sorun Ispanya’da trafik çok feci! İspanyollara haksızlık yapmadan önce bir de İstanbul’a bekleriz sizi dese miydim? 
Kırmızı ışık lambası ile yaya trafiğinin düzenlendiği karşıdan karşıya geçmek icin beklediğiniz yerlerde, yol üstlerinde ünlü bir şair/düşünür/sanatçı/politikacının veciz niteliğinde sözleri yazılmış durumda asfalta beyaz renkle. Beklerken de okumaya, düşünmeye sevk ediyor sizi şehir. Ve trafik ışıkları kuş sesleri ile yönetiliyor. Sürekli öten bir kuş sesi duyuyorsanız lambaya bakmanıza hiç gerek yok, yayaya yeşil yanıyor, yola direk adımınızı atabilirsiniz. Kuş sesi ritmini yavaşlatmaya başladı ise dikkatli olun birazdan ışık kırmızıya dönecek demek.
Madrid çok büyük bir şehir değil. Ama sokaklarında çok fazla detay var. Ev sahibim Madrid’i çok sevdiği için 20 yil önce bu şehre taşınmış, ve bunca zamandan sonra hala sürekli yeni bir detay keşfettiğini söyledi (yooo yanlış anlamadım, vallahi öyle dedi 😊) Her bir ara sokak başka bir keşfe yol açıyor: Yıllardır hizmet veren küçük bir bar, kişiye özel ürünler üreten bir terzi, eski kitaplar satan müze tadında kitapçılar, artizan ekmek dükkanları ‘panaderio’lar, butik zeytinyağı ve şarap dükkanları, iş çıkışı arkadaşlarınızla veya tek başınıza bir içki yudumlayacağınız şarap barları yani vinoteca’lar, çikolatacılar, ve her yerde İspanya’nın alameti farikası Mercado’lar!
Mercado dediğimiz şey açık ve/veya kapalı alanı olan sadece yiyecek satılan alanlar. Buralarda evinize götürmek icin bakliyat, deniz ürünleri, peynir, şarap vs alabileceğiniz küçük standlar olduğu gibi iş çıkışı bir drink (bebido) alabileceğiniz ya da atıştırmalık tapas yiyebileceğiniz alanlar var. Içine girince gözünüzün döneceği kesin.
Yemek sadece Madrid’de değil tüm Ispanya’da en önemli etkinlik. 5 öğün yiyorlar ve bu konudaki disiplinleri Almanlara taş çıkartır. Her öğünün saati ve ritueli belli, bütün hayat bu öğünlere göre düzenleniyor. Sabah kahvaltısı (desayuno) sonrası saat 11.00 civarı öğle yemeği öncesi bir ara öğün yiyorlar. Ögle yemeği (la comida) saat 13.30-15.00 arası. Bu saatten 17.00a kadar -eğer tüm gün açık ibaresi yoksa-restoranlar, barlar kapalı. Siesta zamanı! 
Akşamüstü atıştırmalığının adı ‘la merienda’. Sonra saat 21.00 itibariyle günün en önemli öğününe sıra geliyor: Akşam yemeği, yani ‘la cena’. Bir Ispanyol ne kadar aç olursa olsun bu saatten önce akşam yemeğine oturmuyor, yiyene de garip gözle bakıyor. Hatta bunu kendine ve karşısındakilere saygısızlık olarak değerlendiriyor. Çünkü akşam yemeği hakkı verilmesi gereken, ve tüm aile/arkadaşlarla birlikte uzun uzun yenilip sohbet edilmesi gereken bir etkinlik. Ülkede ana haber kuşağı bile bu yemek saatine göre düzenlenmiş durumda. Ana haberler saat 20.30’da, ratingi yüksek programların hepsi de bu saatten sonra.
Sokaklarda marketlerin yanısıra çok sayıda manav ve bakkal (alimentos) var. Gözlemim; los alimentos yani bakkallar genelde Uzak doğulular, manavlar ise Güney Amerikalılar tarafından işletiliyor. 
Bu arada paella ile ilgili bir bilgiyi de araya sıkıştırayım hemen, evet ülkenin meşhur yemeklerinden biri bu ama Ispanyollar bölgesel uzmanlık konusunda çok hassaslar. Çok zengin yemek haritalarından (peynir, zeytinyağı, üzüm ve tabii şarap, sebze-meyve, baklagiller vs çeşit çeşit) bu yazıda birkaç satırla bahsetmek çok büyük haksızlık olur ama ‘paella’ Valencia bölgeye ait, Madrid’in nohutu meşhur, şimdilik bunu bilelim yeter; lezzet haritalarından, tüm ülkeyi kapsayan hayalimdeki geziyi yaptıktan sonra başka bir yazıda uzun uzun bahsedelim, olur mu? Vale?
Yemek konusunu geçeyim dedikçe aklıma başka başka detaylar geliyor: Şarap barlarından yani vinoteca’lardan bahsetmeden bu yazı eksik kalırdı. Ülkede küçük yerli üreticiler destekleniyor. Bu sayede 2.000’in üstünde farklı marka ve çeşitte şarap bulmanız mümkün. Marketlerdeki yerli şarap reyonlarını görmeniz lazım. Nereden tatmaya başlayacağınıza karar vermek büyük mesele! Kaldığım süre boyunca her gün başka bir şarap denedim; benim için büyük, İspanyol şarap envanteri için çok küçük bir adımdı! Bir kadeh şarap istediğinizde yanında mutlaka üstü peynir ya da jamonla süslenmiş bir dilim ekmek ya da birkaç kıtır kraker de ikram ediyorlar. Günlük bu rituelimi şimdiden çok özledim. Şehirde şu bara mutlaka gidin, şu restoranda mutlaka yiyin gibi bir öneri vermek zor ve gereksiz. Kötü yemek bulma şansınız o kadar az, ve mekanların nerdeyse hepsi denenmesi gerekenler listesinde yer alması gerekiyor ki, aslında öneri listenizi o mekanda oluşturduğunuz anılarla belirliyorsunuz. Ilk hafta tesadüfen bulduğum – önünden geçerken içerdeki kalabalığın enerjisinin beni bir şekilde cezbettiği diyeceğim- şarap barı (Vinoteca) Vides, 3 haftalık Madrid deneyimimde müdavimi olduğum bir yer haline geldi. Barın sahibinin 5 yıl öncesine kadar İspanyolca öğretmeni olduğunu öğrenmem daha da hoşuma gitti, çünkü küte pata İspanyolca konuşmaya çalışırken beni hem heveslendirdi hem de her defasında yanlışlarımı düzeltecek özeni gösterdi. Bu bar şarap sayısı konusunda iddialı, ama bir iddiası daha var: Ulkede içinde Rioja ve Ribera del Duero şarapları olmayan tek barmış. Bu üzümlerin turistik bir şöhreti olduğunu ama aslında en iyisi olmadığını söyledi bana, vallahi barın sahibinin yalancısıyım! 😊 Bundan sonra her gidişimde oraya uğramak için mutlaka fırsat yaratmak isteyeceğim.
İspanya’da sofraya bayat ekmek koymak küfür etmek gibi bir şey. İlla günlük taze ekmek olacak. Her mahallede nerdeyse bir ekmek fırını (Panadero) var. Marketlerde, bakkallarda her zaman taze, kaliteli, çeşit çeşit sıcak ekmek bulmak mümkün. Öyle lezzetli ki! 3 haftayı sadece ekmek, peynir, jamon ve şarap ile geçirebilirdim. Kaldığım süre boyunca yediğim ekmeği Türkiye’de herhalde 3 ayda yemiyorumdur. Allahtan günde ortalama 8-10 km yürüdüm de yediğim ekmekleri fazlasıyla yakabildim.
Yemek önemli bir konu dedik ya İspanya’da bu deyimlerine de yansımış. Çok çekici birini tarif ederlerken ‘como un queso’ diyorlar yani peynir gibi. Ilk duyduğumda gülmüştüm, biraz da garip gelmişti ne yalan söyleyeyim ama düşününce biz de az değiliz; 'bir içim su' ya da 'ilik gibi' demiyoruz sanki!
Hani benziyoruz dedik ya birbirimize, onlar da bizim gibi hesap isterken garsona elleriyle havada sanki birşey yazıyormuş gibi hareket yapıyorlar. Oysa birçok Avrupa ülkesinde bu hareket kabalık olarak algılanır. Bizden farklı kullandıkları hareketler/mimikler de var. Örneğin, orta ve işaret parmağı gözünüzden başlayarak yüzünüzün alt tarafına doğru çekmek bizde ağlamak gibi algılanabilirken İspanyollarda bu işaret param yok anlamına geliyor. Yani, no tengo dinero…
Ilk hafta, daha önce detaylı gezemediğim ve hep duyduğum Malasaña (malasanya diye okunuyor) bölgeye de gideyim dedim. Öğleden sonra saat 3 civarlarında meşhur Calle Velarde’ye adımımı attım. Allah allah, bu sokağın nesi meşhur, tüm dükkanların kepenkleri kapalı, terkedilmiş bir oto sanayi görüntüsü var derken saate aydım. Siesta zamanı! Aynı sokağa saat 17.00 itibariyle yeniden girdim; o kepenkler kalkınca içlerinden ne keyifli restoranlar, barlar, kafeler, vintage dükkanlar çıktı; sokağın enerjisi nasıl değişti görmeniz lazımdı. O yüzden sokakları ziyaret saatinize dikkat edin, siesta zamanı terkedilmiş bir şehir geziyorum hissine kapılmanız an meselesi olabilir.
Madrid özelinden İspanya geneline gececek olursak hoşuma giden birkaç geleneklerinden de bahsedeyim:
31 Aralık gecesi saat tam geceyarısını vurduğunda nasıl kutlanır? Şampanyalar patlatılır, öpüşülür, kucaklaşılır, ondan sıfıra doğru geriye yüksek sesle sayılır vs vs di mi? Oysa İspanya’da 00.00 icin 12’den geriye doğru sayılıyor, ve her sayıda hızlı hızlı 1 adet üzüm tanesi yeniyor. 12 saniyede 12 adet üzüm tanesi (las uvas)! Bütün ülke, kim nerede kutlarsa kutlasın (evde, partide ya da meydanlarda) 12 adet üzüm yiyerek yeni yıla merhaba diyor. Her bir üzüm tanesi gelecek bir ay icin. Vaktiniz olduğunda internette ’12 uvas en Sol’ yazın, geçmiş yılbaşlarında Madrid’in sıfır noktası olan Sol Meydanı’nda bir yılbaşı gecesi nasıl kutlanmış izleyin! Çok eğlenceli 😊
Bir başka gelenekleri de bizim Hıdırellez’e çok benzeyen ‘Noche de San Juan’: Her yıl 24 Haziran gecesi yapılıyor bu kutlama. Sokaklarda yakılan ateşlerin üzerinden atlanarak dilek dileniyor. Efsaneye göre, eski çağlarda oduncuların eski ve kullanılmayan odun parçaları ve eşyaları yakmaları ile büyük bir ateş elde edilmiş o gece. Günümüzde, eskileri atıp/verip yeni eşyalar almak icin, ve yeni umutlar beslemek için ateşin üstünden atlanan bir kutlama gecesine dönüşmüş. 
Hani bizde hapşırınca birisi ‘çok yaşa!’ denir ya, Ispanya’da bunun karşılığı ‘Salud!’ ya da ‘Jesus!’ Yani, hapşıran kişiye sağlık dileniyor, ya da Isa’ya havale ediliyor. Bir kişi birden fazla üst üste hapşırırsa ilkinde Jesus, ikinci de Jose, üçüncüde ise Maria 😊 deniyor. Sanırım İspanyolların mutlu ve hayatı tiye alan bakış açısını bir nebze daha anladınız artık…
Madrid’de her semtte en az 1 kütüphane var. Ve bu kütüphaneler her yaşa hitap edecek sekilde tasarlanmış. Öğrenciler ders çalışmak, kaynak araştırmak için sıkça kullanırken emekli ve orta yaşın üstündekiler gazete okumak, sohbet etmek, önceden programlanmış söyleşilere katılmak için geliyorlar. Nerdeyse her kütüphanenin içinde çocuklar icin özel bir kat/bölme var. O kısımlarda sadece çocuk kitapları değil aynı zamanda çocuk oyun alanları ve oyuncakları da bulunuyor. Kaldığım süre boyunca ben de kitap okumak için 4 ayrı kütüphaneyi kullandım haftanın farklı gün ve saatlerinde. Ve hep dolu idi. Madridli olup da kütüphane üyeliği olmayan kişi yok gibi. Her sosyo-ekonomik sınıftan ve yaştan kişilerin aktif kullandığı mekanlar. Yolunuz Madrid’e düştüğünde şehrin sembollerinden olan Retiro Park’in icindeki kütüphaneyi de mutlaka ziyaret edin.
Biliyor musunuz, Madridliler kendilerine kedi diyor! ‘El gato real’ onların deyimiyle. Ama sokaklarda bir tane bile kedi yok. Nerden çıkmış bu kedi betimlemesi henüz öğrenemedim. Bolca köpek var şehirde, tabii hepsi sahipli. Evinde köpek beslemeyen yok gibi bir şey.
Şimdiii, İspanya hakkında konuşurken Turron’dan bahsetmeden olmaz. Bilineceği üzere, İspanya badem ağaçları açısından zengin bir ülke. Bu sebepten ki birçok şehrinde/bölgesinde içinde badem kullanılan farklı lezzetler bulmak mümkün. Geçen sene Mayorka adasında, bir dağ köyünde haftalık pazarda denk gelip de aldığımız taze kavrulmuş ve balla kaplanmış bademlerin tadını ve sıcaklığını hala unutamadım. Hal böyle olunca, Ispanya’ya her geldigimde mutlaka ‘turron’ alır yerim, eve getiririm. Ispanyol helvası gibi tanımlamak mümkün ama aslında çok daha fazlası. Balla bademin müthiş uyumu diyelim, gerisini bilmeyenlerin hayal gücüne bırakalım. Kaç kuşaktır Sadece Turron üreten şirketlerin dükkanları olduğu gibi birçok süpermarkette de özel raflarda bulmak mümkün. Çok farklı çeşidi üretiliyor, ama benim favorim klasik lezzet olan ‘Turron Duro’. Benim için tüm tatlılar bir yana, Turron diğer yana.
Madrid’e giderken aklımda espadril almak vardı, 3 sene önce tesadüfen aldığım bilekten bağlamalı espadrilim resmen ayağımda paralandı. Ev sahibim kış sezonu olduğu için bulamayacağımı söylemişti ama bu gezi tam istediğim gibi gidiyordu, hiçbir şey hayallerimi bozamazdı 😊 Küçük bir dükkanda tesadüfen tam da istediğim renk ve model espadril karşıma çıkıverdi. Ah si, ben ve espadrilim yaza hazırız. Estamos listos, yani.
Ülkenin insanlarından bahsetmeden bu yazıyı bitirmek olmaz. 3 milyonun üstünde nüfusu bulunan Madrid’in yaş ortalaması 41 dolaylarında. Yaşlılar hayatın içinde, toplu taşıma onlar için de kolay, rahat ve ücretsiz. Parklarda, kütüphanelerde, marketlerde, restoranlarda her yerdeler. Benzer şeyler çocuklar için de geçerli. Nerdeyse her mahallede bir çocuk bahçesi ve her semtte kocaman bir park var. Telaş etmeden, birbirine saygı göstererek ve ne yapıyorlarsa onun hakkını vererek yaşamayı seviyor Ispanyollar. Güleryüzlü tavırlarını şehrin yabancılarına da gösterecek kadar cömertler. Bir şey sormaya kalkın, hele bir de kendi dillerini konuşmaya çabaladığınızı görünce, nasıl yardımcı oluyorlar inanamazsınız. Eğitim aldığım okula bir öğrenci başlamıştı; tek kelime İngilizce ve İspanyolca bilmiyordu. Ama özgüveni öyle yüksekti ki ilk gün dersten sonra kendini tek başına sehrin sokaklarına atmış gezmek icin. Ama heyecandan olsa gerek kaldığı yerin adresini yanına almayınca ve sokakta kimseye derdini anlatamayınca bir de üstüne hava kararmaya başlayınca arkadaş ağlamaklı olmuş. Onun bu halini gören yaşlı bir çift, dilini hiç anlamadıkları halde bir şekilde yazışarak ve vücut dili ile çocuğun okuduğu okulun ismini anlayıp onu okula götürüp kaldığı yerin adresini öğrenerek evine teslim etmişler. Var mı dahası!
Bu yazıda, size internetten bulabileceğiniz detayları/bilgileri aktarıp tekrar yapmak istemedim ama gitmişken mutlaka ve mutlaka görün diyeceğim yerler:
-       Prado müzesi, Reina müzesi, Caixa Forum müzesi, Ulusal Kütüphane ve Arkeoloji müzesi, 
-       Plaza de Espana’da bulunan Don Kişot ve Sanço Panço heykeli
-       Malasana bölgesi, Calle Velarde ve ara sokaklar
-       Caixa Müzesi’nin arka kısmında bir labirent misali yapılanmış ara sokaklar ve tüm artizan dükkanlar (kendinizi bir masalın icinde girdiğinizi hissetmeniz işten bile değil o bölgede)
-       La Latina bölgesi
-       Göreceğiniz tüm mercadolar (şarap içmeden, birkaç çeşit tapas denemeden, sıcacık ekmeğin üstüne jamon, peynir koyup yemeden ve deniz mahsullerinin hakkını vermeden çıkmayın sakın hiç birinden) 
-       El Sol Meydanı ve ara sokakları
-       Gran Via’yi kesen tüm ara sokaklar
-       Mola vermek istediğinizde gözünüze çarpan küçücük bar ve cafelerde oturup sohbet edin, kitap okuyun, şarabınızı yudumlayın, yazı yazın, kitap okuyun, hayal kurun! Ve tabii, müdavimi olduğum Vides’e uğramayı unutmayın 😊
Bu seyahatin birincil amacı Madrid’i ve Ispanyol kültürünü daha fazla tanımak değildi. İspanyolcamı geliştirmek istiyordum. Gururla söylüyorum ki 20 gün boyunca toplasanız en fazla 10 cümle İngilizce konuşmuşumdur. Bu pata küte cesaretimden dolayı evet belki komik çok hikaye de birikti ama hedefimize ulaştık. Artık günlük hayatımı İspanyolca anlar ve konuşur hale getirebildim. Herşeyi henüz şimdiki zamanda anlatıyorum ama olsun, anlatıyorum ya! 😊
Okulda İngilizce konuşmak yasaktı, İngilizce her konuştuğumuzda ceza sınıfın önünde 20 kere mekik çekmek idi. Düşündüm, ya süper fit bir vücudum olacak ya pat çat İspanyolcam. Göbeğimi seviyorum dedim ve tercihimi yaptım 😊
Unutmadan söyleyeyim, İspanya’da 4 tane resmi dil var: Tüm bölgelerde konuşulan İspanyolca (buna Kastilyanca da deniyor)’nın yanısıra Katalanca (Catalan, Barselona ve çevresinde konuşuluyor), Galiçyaca (Galleco, İspanya’nın kuzeybatısı, okyanus kıyısında konuşuluyor), ve Baskça (Vasco/euskera, Bask ülkesi olarak da adlandırılan Bilbao ve çevresinde konuşuluyor).
Konuşmaya çalışırken yaşadığım bir dolu komik andan biri:
Şehirde ikinci günüm. Marketteyim, alışverişimi yaptım. Aslında kasanın hangi yönde olduğunu etrafa şöyle bir bakınsam bulabilirim. Ama konuşmak için sürekli fırsat yaratma çabasındayım ya, derin nefes aldım, ne söylemem gerektiğini içimden çalıştım ve benim gibi alışveriş yapan bir beyefendiye kasa nerede dedim. (donde esta la caja? yani) İspanyolcada j harfi gırtlaktan çıkan bir ‘h’ olarak (hota diyorlar bu sese) okunuyor. Adam anlamadı, cahil nolcak daha ispanyolca kasa ne demek onu bilmiyor! Ne arıyorsunuz dedi. Caja diye yineledim, yine anlamadı. Ay ben de gittim en cahiline çattım. Hani diyorum para pagar, yani ödeme yapmak için. Haaaa dedi, caj(hhhhgghhhh)a! Biz ne dedik? 😊 Ama yapacağım o gırtlak sesini, az kaldı!
Tipime bakıp beni İtalyan ya da İspanyol sanıyorlar. Ama konuşmaya başlayınca gerçek ortaya çıkıyor. Anlayacağınız gerçek bir ‘Real Gato’ olmam için daha çok konuşmam lazım, çoooook. Mucho, mucho…
Ha bir de zaman: Bu ülkede zaman çok hızlı akıyor ve bir gün 24 saatten daha kısa. Vallaha da billaha da! Hadi 3 hafta doldu, dönüş günü geldi dedi havayolu, check-in yapmamı gereken hatırlatma mesajıyla. Bir dakkaaaaa, daha yeni gelmiştim dedim ama!
Özetle diyeceğim şu: Gitmeden önce şehirle ilgili internetten, kitaplardan bulduğunuz tüm bilgileri okuyun. Ama ülkede/şehirde çok daha fazlası var, bunu da unutmayın. Her anın hakkını vererek keşfedilmeyi bekleyen kendi detaylarınızı bulup onları da mutlaka herkesle paylaşın. 
Not: Madrid’i ilk andan itibaren gerçek bir ‘Real gato’ olarak yaşamamı sağlayacak ipuçları veren Madrid büyükelçiliğindeki arkadaşım sevgili Ersel: Çok çok teşekkürler. Ülkemiz Madrid’de çok doğru ve emin ellerde temsil ediliyor. Muchos gracias mi amigo, para todos!