1 Mayıs 2016 Pazar

GÖKÇEADA


Geç kalmış bir ada yazısı bu.
Geçen Ağustos’tan; yaşanıp da paylaşılmamış. Madem yeni bir bahar geldi –yol mevsimi – yeni rotalar planlarken elde tutulanları yazıya döküp görücüye çıkarma zamanı.

Geçtiğimiz yıl Ağustos ayının son haftasonunu Gökçeada’ya ayırmıştık. Bilmeden, bir çok açıdan, öyle doğru bir zamanlama yapmışız ki!

Cuma günü İstanbul’dan yola çıkıp Gökçeada feribot sırasına girmemiz öğle saatini buldu. Feribotta gördüğümüz –istisnasız- hepsi atletik vücutlu yolcular bizde bir merak uyandırdı, ada halkı ne yiyip içiyordu ki hepsi böyle idi? Adaya ayak basar basmaz bu soruyu daha sonra kurcalamak üzere bir kenara koyduk; zira güneşin batış zamanı yaklaşıyordu, ve acilen uygun bir mekan bulup hakkını vermeliydik;  yoksa doğaya büyük ayıp olurdu.

Hani dedim ya, çok doğru bir zamanda gitmişiz; meğer farkında olmadan dolunay zamanını seçmişiz. E, bir de Türkiye’nin en batı noktasında olunca batmaya nazlanan güneşle, çarpıcılığını göstermenin çabasında dolunayın arasında kaldık; kadehimizi hangisine kaldıracağımızı şaşırdık. İlk akşam 1 saatten uzun süren muhteşem bir gün batışına dolunay eşliğinde şahit olduk; adanın en yüksek noktalarından biri olan Kaleköy(eski adı Kastro)’de. Hepinize rakı ile şerefe!
Gökçeada’yla ilgili birkaç not:

Türkiye’nin en batı noktası adada; Inceburun diye bir yer.
Türkiye’nin ilk ve tek sualtı parkı da burada; Kaleköy ve Kuzulimanı arasında.

Gökçeada, cittaslow (yavaş şehir) seçilen tek ada (ama açıkçası merkezdeki araç yoğunluğu ve ses biraz sorgulattı hepimize bu seçimi.)
Rum köyleri ve köyler arası bakir yollar çok keyifli. Köylerdeki taş evler, taş yollar, ve çınar altı kahveler, rum & türk mezeleri ve tabii güleryüzlü insanlar, kısacası Ege’nin alamet-i farikaları sizi karşılıyor. Ancak, adanın merkezi tam bir hayal kırıklığı! Bildiğiniz kuru ve ruhsuz bir kasaba görüntüsü var. O güzelim Rum dokusu ne evlerde kalmış, ne yollarda. Rum nüfusu ve kültürünü yoketmek için politika güdenler aslında kendilerini renksizliğe/tekdüzeliğe mahkum etmişler.

Adanın her yerinde gayet serbest gezinen keçiler var. Renk renk keçiler gördük dağda bayırda. Bakir ve çorak tepeler, dikenli bitki örtüsü, zeytin ağaçları ve keçiler zaten hep iyi geliyor ruhuma. Adaya gitmeden önce adadaki yılkı atlarını okumuştum; görmek hayalim vardı, ama denk gelmedi, göremedim.
Adaya giderken bir başka hayalim de Kuzey Ege’nin yabani rüzgarıyla sörf yapmaktı. Yapamadım, ancak üzüldüm de diyemem. Sebebi ise geliş feribotumuzdaki atletik vücutlu insanlar oldu. Meğerse bizim gittiğimiz haftasonu adada uluslararası kite-surf (uçurtma sörfü) yarışması varmış. Aklınızda bulunsun, bu yarışma her sene Ağustos’un son günlerinde düzenleniyor. Ziyaretiniz aynı tarihlere denk getirirseniz sadece adrenalini bol bir yarış değil, aynı zamanda profesyonel sörfçülerin  ellerinde salınan uçurtmaların göyüzündeki rengarenk dansına da şahit olacaksınız. Sahilde sörfçülere ait çok sayıda karavan ise ortamın görüntüsünü daha da keyifli hale getirmişti.

Hani dedik ya, zamanlama çok doğruydu diye; tüm bunların üstüne Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş motor ve motorcular vardı, onlar da çadır kampı kurmak üzere sözleşmişler o haftasonu. Onların kamp keyfini desteklemek üzere belediyenin düzenlediği bir açıkhava konseri de vardı Cumartesi gecesi; ama adanın rüzgarı öyle bir çarpmış ki erkenden uyumayı tercih ettik.
Bolca yüzdük de. Laz koyuna ulaşmak biraz yoruyor ama değiyor. Su muhteşemdi. Bunun yanısıra adada Aydıncık plajı, Gizli liman, ve Yıldızkoy sularında kulaç atabilirsiniz.

Ege’de geçen keyifli bir haftasonundan sonra kürkçü dükkanı İstanbul’a dönüşe geçmek  hep zor geliyor. Allahtan domates mevsimi idi de yol boyu satılan lezzetli domateslerden almak dönüşü biraz keyiflendirdi.
Ege’de olmak hep güzel, adaya kaçmak bir başka!

instagram: mehlikababaoglu
facebook/mehlikababaoglu
twitter/mehlikababaoglu
yaziyadoktuklerim.blogspot.com