30 Ekim 2013 Çarşamba

O AĞACI KESİNCE...


3,000 ağaç kestik, 10 katını dikeriz, dedi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı. Özrü kabahatinden büyük!

ODTÜ Rektörü, sorunun ağaç sayısı olmadığını, ‘Ağaç dikmekle yeşil alan yaratmak aynı şey mi?’ diye sorarak dile getirdi de acaba ne kadar algılandı?

Sorun ağaç sayısı değil. Biz okulumuza sahip çıkar, 100 katını da dikeriz, hatta dikeceğiz de. Niye mi?

O alan, sadece ağaçlandırılmış bir alan değil çünkü…

O ağaçların yarattığı alanda kurulmuş onbinlerce hayal var, binlerce gencin hayata dair kurduğu…O hayaller sayesinde şu an iş, sanat, siyaset ve kültür hayatımız devam ediyor, başarılı işler yaratılıyor.

O ağaçların gölgesinde bestelenmiş nice şarkılar var, binlerce kalbe dokunmuş…O şarkılar hepimize destek oluyor, zora düştüğümüz zamanlarda…Bazen çünkü, sadece oksijen yetmiyor nefes almamız için, yol alırken hayatta.

Binlerce delikanlı o ağaçların altında sevdiceğine yüreğini açtı yıllarca, sevmeyi öğrendi, sevdiğini söylemeyi…Kesince o ağacı, üstüne kazıdığı kalp de yok oldu, devrimci bir ruh için bundan daha büyük bir üzüntü olur mu?…

O ağaçların gölgesine sadece Ankara’nın kavuran sıcağından kaçmak için sığınmadı binlerce genç yıllarca… Korkularından kurtulmak, deli akan kanını durgunlaştırmak için de vardı o gölgeler bir sığınak misali…

Binlerce genç o ağaçların, o yeşil alanın bu ülkenin geleceği için ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki yeni yetişen gençlerin hayal kurmaya, şarkı söylemeye, aşık olup bunu dile getirmeye, o gölgelere sığınmaya ihtiyacı var.

Biz o yüzden işimizi gücümüzü ayarladık, okulumuza sahip çıkmaya, ağaç dikmeye gidiyoruz. Hepinizi bekleriz!..

Ekim 2013, Istanbul

8 Ekim 2013 Salı

Türk’üm ben, eyvah!


Bana nerelisin dedikleri zaman “Annemle babam Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinden, o yüzden sanırım oralıyım ama babamın hakim olmasından dolayı benim çocukluğum Türkiye’nin farklı il ve ilçelerinde geçti. O yüzden ben ‘her yerli hissediyorum kendimi” derim yıllardır gururla. Türk’üm yani, benim gibi “her yer’li” çok insan var kültürel açıdan zengin ülkemin toprağında. E, ne güzel, maşallah J

Liseye başlarken Manisa-Alaşehir’den Adana’ya taşınmıştık babamın tayini sebebiyle. İlk günler okuldan ağlayarak geliyordum eve; çünkü herkes “Abooooo” diye bir söz kullanıyordu. Bu insanlara n’oluyordu böyle? Anladım ki bu söz samimiyetin bir göstergesi, bu yörenin endemiği. Yıllar içinde en can dostlarım Adana’dan oldu, ben de gönülden Adanalı. Sorarsanız bana şimdi, “Adanalıyık, Allah’ın adamıyık. Abooo, şalgamı öyle kana kana içemem ama, bakarsınız bir gün o da olur J” İnşallah!

Ankara’da üniversitede okulun yurdunda kalıyordum; 4 kişilikti odamız. 404 numaralı oda, “404-İleri Seviye Hayat Dersleri” alıyorduk orda. Oda arkadaşlarım Antalyalı, Antakyalı ve Ordu-Ünyeli idi. Tam bir ülke mozaiği! Farklı bakış açılarımız vardı, başka başka hayallerimiz, değişik aile yapılarımız. Ama o 15 m2 odanın içinde mutlu ve uyumluyduk. Biz Türk’tük, farklı coğrafyalardan geldik diye ne biz ne de ailelerimiz ürktük. Bu uyumdan dolayı yurt müdiresi ailesinden ilk defa kopup köyden ya da küçük şehirden gelmiş öğrencileri bizim odaya verirdi, onları koruyalım diye. Necla o şekilde katılmıştı odamıza. Diyarbakır’da doğmuş büyümüş Kürt bir ailenin kızıydı. Şiveli Türkçe konuşurdu. Evinden, yurdundan ayrıldığı için korkaktı; içine kapanmıştı. İlk zamanlar geceleri sessizce ağlardı, anlamadığımız kendi dilinde. Hiç konuşmamıştık aramızda ama o ağladığı zaman hep uyuyor taklidi yapardık, rahat hissetsin diye. Çünkü biz bir aileydik, birbirimize oralı-buralı diye bakmadık. Hepimiz farklıydık ama aynı zamanda da aynıydık. Paramız bitip de aç kalınca hepimiz aynı şekilde uyuyamazdık, ailelerimizi özleyince aynı hüzünle yastığa baş koyardık. Bunları göre göre açıldık birbirimize; öyle öyle duygularımızı, inançlarımızı paylaştık, sevdik geldiğimiz yeni toprakları… O çakır bakışlı, Anadolu’nun toprağından kendi zekâsıyla çıkmış kız çocuğu Necla, mesela, bugün Amerika’da New York’un göbeğinde bana mısın diyene taş çıkartacak seviyede İngilizce konuşuyor. Türk’üm ben diyor, ülkesini en iyi şekilde temsil ediyor yıllardır, evellallah!

Bu çeşitlilikle beslendiğim için insan odaklı bir kariyer yapabildim, kimi sorumlulukların altından kalkabildim. Çalıştığım şirkette bir satış yarışmasını kazanmıştım. Ödül alacaktım. Sevinmiştim. Mutluluktan ağladığım ve unutamadığım an; ödülü almaya giderken 50 ülkenin önünde İstiklal Marşı’nın okunmasıydı gurbet diyarlarda. Büyürken bu topraklarda “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım!” diyerek başlamıştım her sabaha. Bir kez daha gurur duymuştum Türk olmaktan o an. Ve vallah ve billah!

Bu ülke hepimizin, Türk’üz biz. Türkülerle dile gelir, ağıtlarla birbirimize kenetleniriz. Şive, inanç ve bakış farklılıklarımız olsa da kimse bizi bölemez, ötekileştiremez. Direniriz alimallah!

Duman’ın dediği gibi: “İnsanım dedim sana. Vazgeçer miyim söyle bana… Şerefe hepinize… Eyvallah, eyvallah!”

İstanbul, Ekim 2013

1 Ağustos 2013 Perşembe

Direniş


Deniz’le konuşuyorum. Yeğenim, 10 yaşında. Dünyayı umursamayacağını sandığım yaşlarında. Bana dedi ki, direnen insanlar için kıyafet tasarladım. Onları ölümden koruyacak bu kıyafetler. Anneleri, babaları üzülmeyecek.
Sözsüz kaldım…

1 Ağustos 2013
Yeniköy

5 Haziran 2013 Çarşamba

Sevgili Ayberk ve ülkemin aydınlık gençlerine…


Büyüyorsun…
Biliyor musun?
Daha fazla insan tanıdıkça, iyisiyle kötüsüyle yaşadıklarınla. Yediğin kazıklar, paylaştığın kahkalar, hayal kırıklıkların, hiç beklemediğin anlarda yaşadığın ve yaşattığın sürprizler ve kaybedip kazandıklarınla.

Değişiyorsun.
Görüyor musun?
Bir süre önce futbol fanatizmi yüzünden çatışan 2 grubun yaşadığın ülkenin bütünlüğü ve aydınlık geleceğini korumak için nasıl kenetlendiği gördüğün an değiştin, olgunlaştın. Imkansız diye bir şey olmadığını, inanırsan her şeyi gerçek yapabileceğini gördün. Kendine ve çevrene karşı sorumluluk duygunu tutamadın, yüreğinden taşırdın. Ve inan, buna en başta sen şaşırdın. Kalbinin bir başka güzel yanını tanıdın.

Gücünü keşfediyorsun.
Yeri geliyor dibe vurmuş sevdiklerini gülümsetmek için şarkı söylüyor, yeri geliyor yanlış yaptığını anlayıp özür dileyebiliyor, inandıklarının peşinden vazgeçmeden gidiyorsun. Arkadaşlarınla eğlenmek için içip sabahlayan da sensin, tepkini göstermek için bir parkta oturup güneşin doğuşunu bekleyen de sen.

Seni tanıdıkça daha çok seviyorum.
Bunu hissediyor musun?

5 Haziran 2013
Istanbul

26 Nisan 2013 Cuma

TADIMLIK ANTAKYA


Ne yemeli, nerede yemeli?

Bir kere künefe kesinlikle yenmeli. Ama Yusuf Usta’da. En lezzetlisi evlerde yapılanı ama turist olarak gidince eve en yakın lezzet Yusuf Usta’da. Çınaraltı avluda masaları hep dolu. Çok tok gitmeyin, o lezzeti iyice hissetmek lazım J

Samandağ’da köylü kadınların kurduğu tandırlarda pişirilmiş biberli ekmek ve gözlemeyi yemeden dönerseniz bu yörenin hakkını vermemiş olursunuz, benden söylemesi. Çok iddialı olacağım ama Türkiye’de yediğim en lezzetli gözleme idi. Biberli ekmek acı ama, uyarayım da…

Pöç Kasabı’nda tepsi kebabı yenmeli, Hayyam Kahve’de Türk Kahvesi içilmeli, Sveyka restoranın tüm mezeleri tadılmalı. Sadece Sveyka Restoran’da yapılan vişneli köfte kebabı muhteşem bir lezzet. Benim gibi eti sade ve sossuz yemeyi tercih eden birini bile baştan çıkardı. Ama hala en favori kebabım Gaziantep’in yenidünya kebabı J

Zahter (dağ kekiği) salatasını bulduğunuz anda tabağı önünüze çekin ve kimseyle paylaşmayın J Yörede yapılan nar ekşisi ile o tad anlatılmaz, yaşanır…

Nereleri görmeli?

İlkbahar Türkiye’nin her yöresine yakışıyor, o kesin.

Hatay’a direk uçuş var.  Biz Adana’ya inip arabayla Antakya’ya geçmeyi tercih ettik. İyi ki de öyle yapmışız.

Belen-Antakya arasını karayoluyla ilkbaharda görmelisiniz. Doğa o kadar güzel ki yaklaşık 50 km lik yol dur-kalklar yüzünden 1 saatten fazla sürdü. Hafif virajlı ve inişli-çıkışlı bir yol. Bir ara bulutlardan daha yukarıda idik. Yeşil & bulut &çiçek görüntüsü mis gibi toprak ve doğa kokusuyla birleşince arabanın içinde kalmak pek mümkün olamadı.

Vakıflı Köyü çok şirin, tertemiz ve yemyeşildi. Tepede konumlandığı için köyden inerken deniz ve yeşil manzarası da çok keyifli oldu. Vakıflı, Türkiye’de kalmış tek ermeni köyüymüş. Köylü kadınların kurduğu vakfın ürettiği likörler çok lezzetli idi. Istanbul’a da getirdik.

Vakıflı köyünden dar ve doğanın içinden geçen bir yoldan ilerleyerek Musa ağacının olduğu Hıdırbey köyüne ulaşılıyor. Efsaneye gore Hz. Musa durup su içmek istediğinde asasını ağacın olduğu noktaya saplamış. Ve orda fidan bitmiş, yeşermiş. Çevresi 20 metre olan ağacın 1000-1200 yıllık olduğu tahmin ediliyor.

Titus Geçidini de mutlaka görmelisiniz. Şehre yaklaşık 25 km mesafede, tepede. Bu geçidin ve Beşikli mağaralarının insan eliyle açıldığını duyunca bizim de gözlerimiz hayretle açıldı. Doğa, bitki örtüsü ve manzara kaçmaz, kaçmamalı J

Asi nehrinin Antakya şehir merkezinden geçen kısmı özellikle akşam ışıklarıyla çok güzeldi. Şehrin içindeki park çok büyük. Sadece gezme amaçlı değil spor yapmak için de kullanılıyor.

Antakya temiz ve düzenli bir şehir. Ama en göze çarpan özelliği bence Antakyalılar J Çok kibar ve yardımclıar, mutlu ve huzurlu oldukları o kadar aşikar ki!
İnsanlar yaşamayı, güzel giyinmeyi, yemeyi ve eğlenmeyi seviyorlar. Farklı dil, din ve ırkın birarada nasıl mutlu ve uyumlu yaşayabileceğini ve bu zenginlikten nasıl beslenileceğini görüyorsunuz. Sokakta gezerken o huzuru hissediyorsunuz. Kimse kimseye dönüp bakmıyor, gençler kızlı erkekli güven içinde gezebiliyorlar. Gece 1.30da şehrin en popular barında yörenin genç kız ve erkekleri ile birlikte eğlenebildik. 

Özetle, Antakya sadece yeme-içme amaçlı değil doğa ve kültür gezisi olarak da planlanmalı. Keyifli ve Türkiye’nin genel yapısından farklılıkları olan, örnek alınacak bir profile sahip.

Tabii gidilen yöreyi orada doğmuş büyümüş birileriyle gezmek keyfi artırıyor. Istanbul'da yaşayan Antakyalı sevgili Umut ve Aytaç sayesinde Antakya gezisi bir başka güzel geçti :)

Keyifli ilkbahar gezileri diliyorum.

Yeniköy, Nisan 2013

10 Nisan 2013 Çarşamba

KAHRAMAN BABAM


Ilkokuldaydım. Şeker hastası babam en ağır tip Hepatit B, yani sarılık olmuştu. Birbirine zıt iki illet. Diyabet yüzünden şekerden ve şekerli besinlerden kaçması gerekiyor ve spor yapması, sarılıktan kurtulmak için ise şekerli şeyler yemesi ve sürekli dinlenmesi. Doktor annemi uyarmış, çok ağır safhada, hala yaşaması mucize diye. Evde yatıyordu babam. Hatırlıyorum; sarılmak, konuşmak bile yasaktı, yorulmasın diye.  Günde sadece bir kere kapıdan günaydın demeye iznimiz vardı. Bir gün annem aldı biz dört kardeşi karşısına ve babanıza veda etmelisiniz dedi. Her an kaybedebiliriz onu. Odasına girdiğimde üzüntüden konuşamadım. Ama benim canım Babam anlamıştı söylemek istediklerimi. Gitme demiştim ona, sana ihtiyacım var. Sevgine, korumana…O da gözleriyle cevap verdi bana, korkma dedi, bırakmayacağım sizi. Savaşıyorum ve yeneceğim bu illeti. Ve benim Kahraman Babam sözünü tuttu, 3 ay sonra ayağa kalktı. Ben ondan öğrendim o yaşta; söz verdin mi sevdiğin birine, sözünden dönmemeyi, her türlü zorluğa direnmeyi.

Deniz tatilindeydik. Babam birkaç arkadaşıyla birlikte tekneyle denize açılmıştı. Orta okulu bitirmeme az kalmıştı. Aklım bir karış havada gezdiğim, eğlendiğim yıllar. Akşam oldu, babamlar dönmedi. Gelirdi nasılsa. Ama sahilde bir hareket var, dayımda ve annemlerde bir telaş. Fırtına çıkmış meğerse, babamların teknesiyle iletişim kesilmiş. Sahil güvenlik iki kere aramaya gitmiş ama eli boş dönmüş. Saatler süren bekleyişten bir şey çıkmayınca dayım bizi karşısına oturttu. Bu saatten sonra umut beslememizin bizi üzeceğini anlatmaya başladı. Siz ne diyorsunuz? Babam bizi bırakıp gitmez ki! Ne yapar eder gelir…Beni sakinleştirmeye çalışırlarken sahilden sevinç çığlıkları yükseldi. Tekne dönmüştü, Kahraman Babam ve arkadaşları o yorgunluğa rağmen coşkuyla el sallıyordu bize. Inatla savaşmıştı dalgalarla. Daha ailesine veda etmemişti çünkü, öyle veda etmeden çekip gidilmezdi. Ben Kahraman Babamdan öğrendim o gün sevdiğine güvenmeyi, onu sebatla beklemeyi, sevdiğinden öyle kolay vazgeçmemeyi.

3 damarın tıkalı demiş doktoru babama. Acilen by-pass olman gerekiyor diye de eklemiş. Ameliyat riskli, başarı yüzdesi düşük. Ameliyat anına kadar bize bir şey söylemedi annemle babam. Üniversitenin 2. sınıfındaydım, tüm kardeşler öğrenciyiz. Çocuklar derslerinden geri kalmasın, süreçten etkilenmesin diye saklamışlar ameliyatı bizden. Ben o ameliyattan hiç ama hiç korkmadım. Çünkü benim babam bir kahraman! Hastalıklarla savaştan hep galip çıkan... Dimdik girdi, dimdik çıktı babam o ameliyattan. O zaman öğrendim Kahraman Babamdan inat etmenin amacın iyiyse kötü birşey olmadığını, her zaman her durumda önce kendine güvenmeyi.

Iki sene önce yazlıkta tansiyonu ani düşmüş babamın, yere yığılmış, kafasını sertçe çarpmış. Annem acilen ambulans çağırmış, hastaneye gitmişler. Yolda nabzı durmuş babamın. Annem elini sıkıca tutuyormuş ve nabzı gittiğinde bile bırakmamış elini. Ona güç vermeye devam etmiş. Veee Kahraman Babam’ın kalbi bir süre sonra yeniden atmaya başlamış. Biz babam yeniden nefes almaya başladıktan sonra öğrendik bu olayı. O an öğrendim kahramanların mucizeler de yaratabileceğini ve sadece sevgiyle bu gücü ortaya çıkarabildiklerini.

Geçen hafta ailemi görmek için Ankara’ya gittim. Babam alacaktı beni, onun yerine kardeşim geldi karşılamaya, eşi ve kızıyla. Şaşırmadım, kardeşim sürpriz yaptı diye sevindim hatta. Aldılar beni, annemlere gittik. Babam evde yoktu. Nerde dedim? Hastanede dediler. Bazı testler yapılıyormuş. Haberim olmadığı için, korktum önce. Kalbim sıkıştı babam eve dönünceye kadar bi haylice. Eve girerken gözüne baktım sorar bir şekilde. Göz kırptı kahramanım bana, merak etme dercesine. Hiç niyetim yok daha bırakıp da sizleri gitmeye. Koy hadi viskimizi yudumlayalım, keyfimize bakalım. Derin bir nefes aldım. Ve o an anladım ben büyüdüm ama hala Kahraman Babamın korumasına ve şefkatine muhtacım.

Benim Babam bir kahraman.
Canım Babam.
Kahramanım Babam…

Yeniköy
Nisan 2013