1 Nisan 2017 Cumartesi

KÜBA: Devrim Ateşinin Isıttığı Ada

İspanyolca konuşabilmekten, bu dilde iletişim kurabilmekten büyük keyif alacağımı biliyordum da ben İspanyolca konuşmaya çabalıyorum diye Kübalı insanların böylesi mutlu olacağını hiç tahmin etmemiştim.

Kafa göz kıra kıra nasıl İspanyolca konuşmaya çalıştığıma yazının içinde ara ara değineceğim. Sevdiğim bu dili gitmeyi çok istediğim bir ülkede ilk defa konuşmaya çalışmanın keyfini, bırakın İspanyolca, anadilimde bile hakkıyla anlatamayacağımdan asıl konumuza girelim hemen: Küba!
Küba epeydir aklımda idi. Bir seyahat dönüşü uçaktaki dergide artık direk uçabileceğimizi okuyunca Nursero’yu aradım. ‘Biz bu bilgiyi öğrendik ve niye hala bilet almadık acaba? J

Şubat ayında 7 gece-8 gün Küba’ya gidiyoruz, hazırlıklar başlasın. Ne kadar blog yazısı bulduysam okudum, bu seyahati daha önce yapmış tüm arkadaşlarımın deneyimlerini ve önerilerini ezberledim. Ve dahi bir Küba rehber kitabı edindim. Sınavına iyi çalıştığından emin olan öğrenci misali ara ara da tüm öğrendiklerimi Nurseren’e aktardım, onun öğrendiklerini de not ettim.

Hazırsanız, Küba yolcuları için yolculuk öncesi hazırlıklarla ilgili bilgileri sıralıyorum:
Vizeye ihtiyacınız var, ama gözünüz korkmasın; 1 günde alınıyor. Ankara’daki Küba konsolosluğunun yönlendirmesi ile Istanbul’daki acentaya 40 Avro ödemem 2 sayfalık basit vize kağıdımı almama yetti. Aslında, o gün acentanın elinde yeteri kadar vize kağıdı olsa idi aynı gün alacaktım. Zira, Nursero için bu işlem sadece 20 dakika sürmüş; o yaşadığı şehir Frankfurt’taki elçilikten aldı.

Bavulunuza koymanızı tavsiye edeceklerimiz: Birkaç tişört, şort ve mevsimine göre belki bir yağmurluk, şapka, güneş gözlüğü ve serin akşamlar için uzun kollu bir merserize. Bunların yanısıra, sabun (ihtiyacınız olmasa bile yerel halka hediye edince mutlu oluyorlar), sinek kovucu, güneş kremi, ihtiyaç olursa diye birkaç ilaç, ıslak mendil, tuvalet kağıdı (orada olmadığından değil; çok seçici iseniz oradakilerin kalitesinden mutlu olmayabilirsiniz). Ve tabii yeriniz varsa (yoksa da yer açın)çocuklar için kırtasiye malzemesi götürmeyi unutmayın, çok mutlu oluyorlar. Hayallerinizi ve heyecanınızı da el çantanıza sığdırdınız mı; tamam işte hazırsınız.
Kredi kartınız, orada nakit  ihtiyacınız olursa bankamatikten para çekmek dışında bir işe yaramayacak. O yüzden yanınıza para almayı unutmayın. Amerikan doları tercih etmeyin. Amerikan  dolarına %10 servis ücreti kesiyorlar. O yüzdendir ki birisine bahşiş verdiğinizde 1USD’ye  aynı miktardaki CUS ya da Avro kadar mutlu olmuyorlar. Avro ve/veya Kanada doları yanınızda bulundurmak için en ideal para birimleri.

Biz konaklamak için ada halkının ‘casa particular’ diye adlandırdığı pansiyonları tercih ettik. Gittiğimiz yeri lokal insanlar gibi yaşamayı tercih ediyoruz çünkü. Ada içinde istediğiniz şehir, şehir içinde bölge seçip uygun pansiyonlardan yer sorabiliyorsunuz. Seçtiğimiz pansiyonların sahiplerine İspanyolca yazmıştım. Gözümüze kestirdiğimiz bir ‘casa’da yer olduğunu öğrenip rezervasyonu yaptıktan sonra gittiğimiz güne kadar içim içimi yedi ama. Ya İspanyolcam yetmedi de kadının söylediklerini tam anlamadıysam? Acaba eksik/yanlış bir bilgi alıp vermiş miyimdir? Niye risk aldım, İngilizce sormadım ki? vs vs..Nursero’ya söylemedim ama içimde fırtınalar esti durdu. Hatta Havana’da havaalanında bindiğimiz taksi bizi evin adresinin önünde indirip de zili bastığımda kapı hemen açılmayınca günah çıkarmak için Nursero’ya ne ısmarlasam diye bile düşündüm bir an. Ama ev sahibemiz Mari kapıyı kocaman gülüşüyle açınca tamam işte görevimi başarıyla tamamladım, bana ne ısmarlıyorsun Nursero moduna geçmem an meselesi oldu. Çabalamak bir ömür sürer, başardıktan sonra şımarmak bir dakika! J  Bu arada, yazdıklarımdan ürkmeyin, İspanyolca bilmeniz pansiyon sitesini kullanmanız için bir ön şart değil; tüm ev sahipleri ile İngilizce iletişim kurmanız mümkün. Giderken bir diğer tedirginliğim de rezevasyonu yaptık ama ön ödeme vs yapmadık, ya bizim yerimizi başkasına verdilerse, garantimiz yok düşüncesi idi. Onu da merak etmeyin, tüm pansiyonlar ve sistem devlet kontrolünde. Sistem bu şekilde işliyor, size söz verdilerse orası sizindir. Ada halkı, turizm gelirlerine bir zarar gelmesin diye çok özenli. Yataklar temiz olur mu diye yanımızda çarşaf ve yastık kılıfı taşımıştık ama inanın hiç kullanmadan ev sahibimize hediye ettik.
Pansiyon ayarlamak için kullanacağınız adres: http://www.casaparticular.com

Bizim Havana’da kaldığımız pansiyonun adı: Clara&Mary (Centro Havana’da)
Konaklama ile ilgili yeni bir bilgiyi de  yeri gelmişken paylaşayım: Airbnb şirketi Küba’da da hizmet vermeye başladı.

Gidiş ve dönüş tarihlerimiz dışında başka hiçbir detayı planlamadan adaya gitmiştik, orda karar verelim istemiştik. Bu sebepten ilk günü Havana’ya ayırdık. Pırıl pırıl bir gökyüzü karşıladı bizi Havana’da. Eşyalarımızı evimize bırakıp ev sahibemizin de şehirde gezilecek yerlerle ilgili önerilerini aldıktan sonra kendimizi Havana sokaklarına bıraktık. İlk izlenimimi not etmiştim, hemen paylaşayım: Sokaklarda, evlerde, yüzlerde öylesi bir yaşanmışlık var ki; o hikayeler, o aşklar, acılar, ve tüm o anılar bir mıknatıs gibi sizi çekiyor. O yüzden tüm seyahat boyunca sokak ve yüz fotoğraflarına yoğunlaştım.
Gelin Havana’nın detayına girmeye başlamadan adayla ilgili bir miktar ansiklopedik bilgi paylaşalım:

Küba, uzunlamasına 1.232 kilometre olan dünya coğrafyasında en büyük 13. ada (nüfus açısından ama belki de en kalabalık olanı). Aslında adalar topluluğu demek lazım. Isla de la Juventud ve birçok küçük adayı da kapsayan bir takımada. Adanın tarihini burada anlatmayacağım ama bana ilginç gelen bir ayrıntı vereyim: Uzun yıllar adaya ambargo uygulamış olan Amerika Birleşik Devletleri'nin Havana’ya uzaklığı adaya ait olan Isla de la Juventud adasının Havana’ya uzaklığından 13 kilometre daha kısa.

Küba, 14 eyalete bölünmüş durumda.  Adada karışık bir etnik grup yaşıyor. %51’i Mulatto diye isimlendirilen Avrupa & Afrika kökenli insanlar. Beyazlar %37, siyahlar %11 oranında. %1 kadar da Çinli var. Derilerinin rengi farklı, ama hepsinin kalpleri, kıyafetleri aynı; sıcacık ve rengarenk!
Ada yaşlı bir nüfusa sahip;  %13’ü 65 yaşın üstünde. Yüzlerdeki  yaşanmışlıkları, o kırış kırış olmuş çizgileri fotoğraflamak istedim ama havasından mı, yediklerinden ya da yaşayış şekillerinden mi bilinmez, 80 yaşın üstündeki insanların bile yüzlerinde çizgiler az. Sağlıklı, dinç ve yaşlarından daha genç görünüyorlar. Bu arada, rehberimizden öğrendim: Kübalılar yaşlı (old) kelimesini insanlar için kullanmazlarmış hiç. Yetişkin (adult) tabirini kullanmayı tercih ediyorlarmış.

Adada okuma yazma oranı neredeyse %100.  Bu sebepten; Küba’da kadehlerimizi sürekli, sosyal sistemi kuran ve halkın sağlık ve eğitime koşulsuz erişimini sağlayan devrimin tüm kahramanlarına kaldırdık. (Nasılsa içecektik, bari iyi bir şeyi vesile edelim dedik) Neredeyse her sokakta bir okul var. Tıp ve eczacılık eğitiminde ileri düzeydeler. Hatta doktor olmak birine hava atmak, ya da kız tavlamak için kullanılabiliyor. Bu bilgiyi adaya gitmeden öğrense idim; dansa kaldırmak isteyen yağız Kübalı bir arkadaşın ısrarla doktor olduğunu söylemesi ile iyi bir dansçı olması arasında nasıl bir korelasyon olduğunu anlamak için uğraşıp durmazdım.
Adada 2 para birimi var: Biri CUC denilen turist pezosu. 1 CUC yaklaşık 1 Avro. Havaalanından ya da şehirdeki döviz bürolarından ya da bankalardan paranızı CUC’a çevirebiliyorsunuz. Tabii sıra beklemek şartıyla. Diğeri CUP denilen yerel pezo ve turist pezosunun 1/24’ü değerinde. Yerel pezo alabilmek için karşınızdakini yerel olduğunuza inandırabilmeniz lazım. İspanyolca konuşmak, görünüş olarak onlara benzemek bir avantaj. Benim yerel pezom oldu; akıcı İspanyolcam ve yanık tenim sayesinde bunu elde ettim demeyi çok isterdim ama tamamen şans eseri yolda buldum J Evdeki en kıymetli parçam şu an o 1 pezom.

Neyse, adayla ilgili bilgilere biraz ara verip adadaki ilk günümüzden ve Havana’dan biraz bahsedeyim: Dediğim gibi, üstüne yaşanmışlık sinmiş caddelerinde yürümek, labirent misali ara sokaklarında kaybolmak öyle keyifli ki! Bir hafta boyunca aynı sokağa defalarca girip her defasında başka bir detay keşfettiğimizi, başka tatlar aldığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Kolonyal dönemden kalma eserlere sahip olduğu için UNESCO Dünya Kültür Mirası’na girmiş Eski Havana(Viaje Habana)’daki Calle Obispo (calle=sokak) en meşhur caddelerinden biri. Kerteriz orayı belirleyin, ama ondan sonra bırakın kendinizi ara sokaklara. İlk gün tesadüfen karnımızı doyurmak için keşfettiğimiz ama sonra tüm hafta müdavimi olduğumuz El Dandy Bar’a (Plaza del Cristo, Calle Brasil, #401 esq. Villegas, Habana Vieja) gitmeden, orda Daiquiri ve Mohito içmeden, barda o kokteyleri hazırlayan barmen arkadaşlarımıza selamımızı iletmeden dönmeyin lütfen. Bizce Havana’nın en leziz mohitosu ve daiquirisi o barda yapılıyor. Bu arada, barda yudumlayacağınız kokteylinize bir siglo ve/veya puro eşlik etmezse de eksik kalırsınız.
Havana’da ilk gün, Nursero’nun adaya  gelmeden fotoğrafını görüp de büyülendiği Primavera heykelinin izine düştük. Rafael Miranda San Juan tarafından yapılmış bu devasa heykel gerçekten çok büyüleyici. Bir kadın yüzünün insanın tüm duygularını  cinsiyetten bağımsız olarak en doğru aktaracağı iddiası ile yapılmış. Dakikalarca bakabiliyorsunuz. Bu sayede ünlü Malecon sahil yoluna da adımımızı atmış olduk. Hadi dedik, madem güneş batmak üzere Malecon üzerinden yürüyerek ünlü ve tarihi Hotel Nacional’e gidelim. Ayarlasak bu kadar denk getiremezdik; meğerse o gün akşam dolunay varmış. Biz gün batımı ve gün doğumlarının adalarda ne kadar daha büyülü olduğuna dair konuşurken güneşin tamamen batmasıyla kıpkırmızı yuvarlak ayla göz göze geldik. İkimiz de o an yanımızda profesyonel bir kameramız olmamasına hayıflandık ama gözümüzle gördüğümüz için de ÇOK ŞANSLIYDIK!

Havana’dan diğer şehirlere gidebilmenin birkaç yolu var: Bunlardan birisi rehberli tur almak. Tüm otellerin içinde bu turlara bilet satan masalar/görevliler var. Diğer bir yol ülkenin otobüs sistemini kullanmak (www.viazul.com) ya da araba kiralamak. Her ne kadar toplu yapılan gezileri sevmesem de  az zamanda çok şey yapmak, görmek ve öğrenmek istediğimiz için vakti daha değerli kullanacağımızı düşündüğümüzden tur almayı tercih ettik.
Adada ikinci gün, turla Havana’ya 2,5 saat mesafedeki Viñales (Binyales diye okunuyor) ve Pınar del Rio şehirlerine gittik. Viñales adada ve ( iddia ettiklerine göre) dünyada en kaliteli tütünlerin üretildiği şehir. Tropik bir adada şehirlerarası yollar keyifli, çünkü doğa ve manzaralar ruhunuzu okşuyor. O yüzden de araba kullanmayı tercih etmediğimiz için bir kez daha memnun olduk, manzaralara daha çok odaklanabildik. Bu gezi sırasında bir puro fabrikası da ziyaret ettik. Ben purodan çok anlamam ama ordan alıp getirdiğim purolar işin ehilleri tarafından gayet beğenildi, keyifle içildi. Bir dahaki gidişimde daha çok alacağım kesin!  Viñales’in bir diğer alametifarikası da –çoğunuzun ismini halihazırda bildiği - piña colada isimli kokteyl. Ama bir orda için, ondan sonra başka yerlerdekini hep elinizle iteceksiniz, bu olmamış diye.

Aynı gün yine Viñales vadisi içinde yer alan ve dünyada sadece 2 adet bulunan (diğeri Çin’de imiş) ve dört yılda boyaması tamamlanan kayaları da gördük. Dünyada kayalar üstüne yapılan en büyük resim bu. Öğle yemeğimizi bu alanda yemek keyifli oldu. Akşam saatlerinde Havana’ya döndük.
Tekrar Havana’daki keşiflere başlamadan adayla ilgili öğrendiklerimizden/deneyimlediklerimizden biraz daha serpiştirivereyim araya:

Malum ada tropik, o yüzden bolca tropik meyve var; belli başlıları: Juavo, banana(muz), ananas, guayaba, papaya, mango, pina, mamey, melon, naranja (portakal), limon. Sayarken bile ağzım sulandı. Gittiğiniz mevsime göre olanları bolca yiyin. Mis gibi kokuyorlar, ve meyvelerin doğal tadını alıyorsunuz.  Meyveye doyduk. Aslında meyve adada çeşidi en bol yiyecek demek de yanlış olmaz.
Avokado, ise, orda sebze statüsünde. Sebze çeşidi kısıtlı. Yıllarca sadece şeker kamışı üretilmiş adada.  Amerika ambargosundan sonra şeker geçinmek için yeterli olmayınca tarım bir miktar çeşitlenmiş. Şu an soğan, sarımsak, yuka, domates, biber, pirinç ve mısır yetişiyor adada.

Sosyalist sistemden dolayı her alanda çeşit yok denecek kadar az. Marketlerde (market dediğime bakmayın, bakkal-büfe arası bir şey) tüm ürünleri toplasanız 15 çeşitten fazla bir şey bulamazsınız. Deterjan az bulunuyor ve herkesin alabileceği bir şey değil; o yüzden vitirinlerde sergileniyor. Şişe su, mesela, marketlerde satılmıyor. Ekmek tek çeşit, yerli kola ve bira var. Turistlerin gittiği mekanlarda Coca-Cola bulmak –malesef- mümkün.
Yemek çeşidi de az haliyle, ama lezzetli. Vallahi yediğimiz tavukların tadı damağımızda kaldı. Deniz mahsülleri hem ucuz, hem tadı yerinde. Kahve de yetişiyor, söylemeyi unuttum. Ve kahve çekirdekleri bayağı sert. Ben bile - ki her içecek de olduğu gibi kahveyi sert severim, bazen süt koydum içine sertliğini kırmak için. Ama aromasını çok beğendim. Kahve çekirdeği turistlerin tercih ettiği bir hediyelik.

İnternet var mı, yok mu belli değil. Aslında bizdeki kadarına da ihtiyacımız var mı, yok mu; o da kocaman bir soru işareti J 1 saat internet kullanabileceğiniz kartlar alıyorsunuz(sadece bir şirket var), 3 CUC karşılığı. Bu birinci basamak. Sonra wi-fi çeken bir alan bulmalısınız. Nasıl mı? (Onlar taş diyorlar bu alanlara) Gözlerini telefonlarından ayırmadan bakan ve kullanan bir grup insan görürseniz bingo, wi-fi alanına ulaştınız demektir. Bu da ikinci basamak. Kartınızda yazan şifreyi girip, arada hattan düşe kalka hayata bağlanıyorsunuz. Biz sadece günde bir defa sevdiklerimize iyiyiz demek için bağlandık o kadar. Bu sayede kendimize ve adanın güzelliklerine daha fazla vakit ayırabildiğimiz için mutluyuz. Teknoloji detoksu için bu ada bir cennet!
İlginç bir istatistik daha: Adadaki köpek sayısı çocuk sayısından fazla. Aileler artık en fazla tek çocuk yapmayı tercih ediyorlarmış. Kadın aile hayatında önemli bir yerde. Kararları ailede kadın alıyor. Bu arada, tüm hayvanlar –köpekler, keçiler, inekler, tavuklar vs..- bir deri bir kemik. Beslenmeleriyle ilgili bir eksiklik yok ama ilginç bir şekilde hepsinin kemikleri sayılıyor.

Yollarda sık aralıklarla bilboardlar göreceksiniz: Devrimi ve kahramanlarını unutmamak, ve nesillere ve ziyaretçilere daha fazla aktarmak istercesine. Başta Fidel olmak üzere devrim kahramanlarının isimleri, fotoğrafları ve tarihe geçmiş sözleri var. (Yo soy Fidel, Hasta la Victoria Siempre, Patricia o Muerta vs.) Ada bu anlamda bir açık hava müzesi gibi.
Hadi özledik, tekrar Havana’ya dönelim:

Tüm seyahati Havana’da geçirsek sıkılmazdık, keşfedecek onca detay var ki! Hemingway’le sokaklarda yürüyüp onun müdavimi olduğu La Floridita barında daiquiri içebilirsiniz, 8 kilometre uzunluğunda Malecon’da güneşin en romantik batışlarından birine şahit olabilirsiniz, Plaza de Armas’tan eski şehire doğru yürüken Atatürk büstüne selam verebilir, Plaza de la Catedral’da ara sokaklarda gezinip eski kitap satıcıları ile sohbet edebilir, bir barda oturup mohitonuzu içerken puronuzun dumanını gökyüzüne gönderebilir, ya da Plaza Vieja’ya ulaşıp köşedeki binanın en üst katına çıkıp da Vinci’nin tasarladığı ‘Camara Obscura’ ile şehre 360 dereceden bakabilirsiniz. Bir dönem berber dükkanlarının olduğu ve bu sebepten girişinde kocaman bir makas heykeli bulunan sanatçılar sokağındaki keyifli barlarda dinlenebilirsiniz. Yetmedi, Devrim Meydanı’na gidip Che ve Camilo’nun silüetlerine devrim selamı verebilir, ve hatta mutlaka Devrim Müzesi’nin ziyaret edip bir ülke nasıl bir inançla bağımsızlığını kazanmış belgeleriyle öğrenebilirsiniz. Ama siz siz olun, bizim yaptığımız gibi devrim meydanı ile devrim müzesi nasılsa aynı yerdedir diyip, 10 adımlık mesafe için taksiye binme gafletinde bulunmayın.  Benim suçum yok, o uzun puro çarptı, çarpıttı tüm bildiklerimi!
Havana’da sokakta gezmenin bir güzel tarafı da sokak heykelleri. Öyle güzel, anlamlı ve estetik heykellerle bezenmiş durumdaki şehir. Bu arada, sokakların güvenli olduğu bilgisinin hemen altını çizeyim. Açıkçası bu konuda daha önce giden arkadaşlarımdan teyit almamış olsa idim, akşamları ara ve arka sokaklara girmeye çekinebilirdik. Turist, ada halkı için önemli bir geçim kaynağı; o yüzden ve tabii polis de varlığını sürekli ve kibar bir şekilde hatırlattığından, sokaklar günün her saati güvenli.

Herkes bildiği için mi acaba, Havana’da ve Küba’daki eski arabaların cazibesinden şu ana kadar bahsetmedim diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Konfor deseniz ne gezer, teknolojinin esamesi okunmaz, ama bu arabaların havası başka hiçbir arabada yok. Giderek sayısı azalsa da, toplam araç nüfusu içinde yüzdesi düşse de karizmalarından hiçbir şey kaybetmiyor bu rengarenk arabalar. Pembe puanlı beyaz olanını ilk gün gözümüze kestirmiştik, binmeden dönmedik..
Havana’yı keşfederken arada 2 gün başka bir tur daha aldık. O iki günlük geziye dört şehir sıkıştırmıştık: Santi Spiritus, Trinidad, Cienfuegos ve Santa Clara şehirleri.

Yol üstünde gördüklerimizden notlar:
Rio Agabama (118km) adanın en uzun nehri. Santi Spiritus’tan Trinindad’a  giderken ara ara eşlik etti bize.

Placetas şehri tarım alanında en önemli şehirlerden biri. Şu an adanın şeker kamışı üretiminin büyük bir bölümü bu bölgede yapılıyor. Yabani defnesi ile de meşhur. O yüzden şehir ‘La Villa de los Laureles’ (el laurele=defne)  diye de biliniyor.
Şehirlerarası yollarda ellerinde para sallayarak otostop çeken birilerini göreceksiniz;  aklınıza yanlış fikirler getirmeyin, bu Küba’da çok normal. Otobüslere ve toplu taşım araçlarına yolculuk yapma niyetlerini bu şekilde belirtiyorlar.

Trinidad, adanın en mehur ve turistik şehirlerinden biri. UNESCO korumasında. Çok keyifli, sokakları arnavut kaldırımı ve tertemiz, cıvıl cıvıl bir şehir. Biz Trinidad’a yakın küçük bir kasabada bir pansiyonda konakladık. Ev sahibemizden o şehre özel Chancancara isimli kokteyle biraz daha sert olsun diye ekstra rom koymasını isteyince daha yemek bitmeden sarhoş olup sızdık! Bu sebepten Trinidad’ın gece manzaraları artık bir sonraki seyahatimize kaldı.
Küba’da en etkilendiğim yerlerden biri de tabii ki Santa Clara şehrinde Che’nin anıt mezarı ve müzesi oldu. Üniversite yıllarımda Che’nin hayatını büyük bir gıpta ile okumuştum, içimdeki gençlik ateşi onun devrim ateşiyle iyice coşardı. Bir anda Che’ye bu kadar yakın olmak, yüreğimi nasıl kabarttı inanın tarif bile edemiyorum. Müzeyi gezerken tüylerimin diken diken olmasını, gözlerimden yaş süzülmesini engelleyemedim. Anıtın da bulunduğu ve bugünlerde yabancı devlet başkanları geldiği zaman törenle karşılandıkları meydanda yere yatıp gökyüzüne bakarak onların devrim günlerini ve mücadelelerini gözümün önüne getirmeye çalıştım. Etkilenmemek elde değildi.

Dönüşe geçmek üzereyken kartpostal almak için bir dükkanın önünde durduk. Bir kartın üstünde Che’nin heybetli bir heykeli vardı. Rehbere bu heykel nerde diye sorduğumda iki blok ötede ama bizim yolumuzun üstünde değil, geç kalırız dedi. Sanırım verdiği cevaba bozluduğum için neden gitmiyoruz diyemedim. Ama aslan Nurseren ‘yahu bu kadar yakınına gelip görmeden dönülür mü?’ diyerek kontrolü rehberin elinden alınca ve tüm grup da Nurseren’e destek verince, hop 5 dakika içinde heybetli Che heykelinin önünde idik.
Kucağında bir çocuk ile asker kıyafetli Che’nin heykeli anlat anlat bitmez. Üstünde ne semboller var görmelisiniz:

Che’nin pantalonunun bir kenarında uzanmış silahlı bir insan dağda dinlenen gerillayı, kemerinin üstünde yürüyen insan dağlarda ilerleyen gerillaları ve Che’nin saçının içindeki insan figürü ormanda saklanan gerillaları temsil etmekte iken; kucağındaki çocuk geleceği, çocuğun avucundaki zincirleri kıran insan özgürlüğü simgelemek için eklenmiş heykele. Aynı zamanda, Che’nin gömleğinin sağ cebindeki ata binmiş insan yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot’u, sağ omzuna tırmanan keçi gerillaların inatçılığını anlatmak içinmiş. Ve öyle saygılılar ki insan ruhuna, heykelin ayağının kenarına her gün taze çiçek demeti bırakılıyor; hiç aksatılmadan. Dediğim gibi, mutlaka görülmeli.
Adayı, adaya iz bırakan kahramanlarla gezmek ayrı bir haz veriyor insana. Bir sokaktan geçerken hissettikleriniz Hemingway kitaplarından bir satırı size çağrıştırıyor; puro içen bir adamın gözlerindeki ışıltı size Che’nin inançlarını hatırlatıyor, bir okul bahçesinden yükselen çocuk sesleri Fidel’in sosyal hakları halka sağlamak için verdiği çabayı ve kararlılığı hatırlatıyor, bir sokak müzisyeninin notaları devrim kahramanlarının adımlarına tempo tutuyor. Buena Vista Social Club grubunun şarkılarını zaten her sokakta duymak mümkün, öylesine gurur duyuyorlar. Küba’nın adı tüm dünyaca bilenen bu isimlerinin yanısıra özellikle müzik alanında önemli işler yapmış ama ilgili kitlelerce bilinen sanatçıları da var. Örneğin, violin sanatçısı Claudio Jose Domingo Brindis de Sala (Avrupalılar onu Black Paganini =el Paganini Negro  diye biliyor)

Müzik Küba’da her yerde. Sokaklarda, restoranlarda, evlerde, okullarda.... Kendilerine özel müzik aletleri var, hediyelik eşya olarak satılan ve en yaygını sallanarak çalınan marakas. Orjinalinin hayvan bağırsağından yapıldığını öğrendikten sonra alete bakışım değişti ama...
Küba ile özdeşleşmiş iki ürün daha var tabii ki: Rom ve puro, ve çeşitleri. Hani bizde ayran yapmayı bilmeyen ev yoktur ya, Küba’da da mohito, daiquiri, pina colada, chancnachara yapmayı bilmeyen evde kalıyor! Rom birçok farklı kokteylin içinde başrolde. Vallahi keyifli içki. Bu seyahatte puro içmeyi deneyimlemek de keyifli oldu. Boy boy, çeşit çeşit siglolar, purolar, cigarillolar denedik.

Tütün ürünleri iki şekilde satılıyor: Devlet kontrolundeki tabacco isimli dükkanlardan ya da karaborsadan! Evet, yanlış duymadınız onların deyimiyle mercado negro, yani karaborsa gayet yaygın. Sizi sevdim, o yüzden size şu fiyata bırakırım pazarlıkları (mi amigo, mi amiga diye seslenirlerse size, bilin ki bir çıkarları olabilir J) , sadece bugün bu fiyat sonra bulamazsınız şeklinde satış kapama teknikleri ile çılgın bir münazara dünyasının parçası olabilirsiniz. Purodan anlıyor olsa idik, bizi de çekebilir miydi bu dünya diye düşünmeden edemiyorum; zira fiyatlar çok cazip.
Eh, insanlarından bahsetmeden bu yazıyı bitiremezdim. Yüreği sevgi ve iyilik dolu, mutlu, telaşı olmayan insanlar yaşıyor bu adada. Ne kadar yüreği özenli insanlar olduklarını birkaç örnekle anlatayım:

Giderken adaya fazla kıyafetlerimizden götürdük. Havana’da kaldığımız pansiyonun sahibesi Mari’nin kocası yok, tek başına oğlunu büyütüyor. Götürdüğümüz tişörtlerin içinde oğluna uygun erkek tişörtleri de vardı. Onları verdiğmizde öyle içten bağrna bastı ki o kıyafetleri, bir çocuk mutluluğuyla. Ve teşekkür etmek için her sabah bize kahve yaptı. (ben de bunu fırat bilip sürekli İspanyolca pratik yapmayı ihmal etmedim tabii) O sabah kahvelerini ve İspanyolca sohbetleri özlüyorum.
Başka bir örnek: 2 günlük Havana dışındaki geziden döndükten sonra bizi kapıda karşıladı Mari, yüzü sirke satıyordu. Necesito hablar (konuşmamız lazım) dedi. Eyvah dedim, ne oldu acaba? Bize teyzesini kaybettiğini, ertesi sabah şehir dışında cenaze olacağını, ve ancak biz kabul edersek gidebileceğini söyledi. Çünkü evi kapatması gerekiyormuş, ama biz olmaz dersek cenazeye gidemeyecek. Olur mu hiç öyle tabii ki biz başka yere gideriz dedik ama gece gece ertesi gün nerden ev bulacağımızı da düşünmeye başladık. Ki o anda bize zaten ev ayarladığını söyledi. Acaba dedim, İspanyolcam yetmiyor da duymak istediğim şekilde mi çeviriyorum derken adresi tarif etmeye başladı. Ve ertesi sabah bizi kendi elleriyle yeni pansiyona götürdü. Acaba burası gibi temiz midir diye Türkçe düşünürken 2015 yılında en iyi ‘casa’ seçilmiş eve geldiğimizi farkettik. Lokasyonu daha iyi ve aynı fiyat. Yeni ev sahibesi fırsatçılık yapıp ne bizden ne ondan ekstra bir ödeme talep etmedi. İmece usulüyle birbirlerine yardım ediyorlar.

Yaşlılar devirimin önemini çok iyi biliyor, ve sosyalist bir düzenden yaşamaktan mutlular. Gençler ise meraklı, ellerindekinin dışında dünyada olan bitene; giyilen kullanılan her şeye. O yüzden kapitalist dünya çok hızlı bir şekilde adaya sızmaya başlamış, önü açılmış. Artık bunun önüne durabilmek pek olası görünmüyor. Adada gezerken defalarca aslında ambargo uygulamanın Amerika’nın bu adaya yaptığı en iyi şey olduğunu düşünmeden edemedim. Çünkü eğer kontrol edilmezse, ada o güzelim Karayip sahilleri sayesinde sadece bir deniz turizmi cenneti haline gelecek ve bunun dışındaki tüm tarihi, doğal ve etnik güzellikleri, Küba’yı Küba yapan özellikleri silinip gidecek.
Sosyal devlet düzeninde yaşadıkları için herkesin evi var. Kiraya, elekrik, suya, eğitime ve sağlığa para ödemiyorlar. Yaşadıkları evler yüksek tavanlı muhteşem evler, ama ne kadar muhteşem olduğunun farkında değiller. Bu evler ellerinden alınıp yeni diye pazarlanıp toplu konut vari evlere aktarılırsa bu insanlar daha çoğa, daha fazla çeşite ve daha yeniye ulaştıklarını düşünüp daha mutlu olacaklarını sanarken kapitalist çarkın dişlileri arasında ezilmeye, üzülmeye başlayacaklar.

Halk en çok parayı yemeğe harcıyor. İki tür harcama kalemi var: Convertible (çevrilebilir) ve convertible olmayan harcamalar. Yemek dışında hemen hemen herşey çevrilebilir durumda; mesela müzeye turist olarak biz 10 CUC ödüyorsak onlar 10 CUP ödüyorlar (yani 24’te bir bir değer) . Ama bir restorana gittiğinizde, yemek convertible bir harcama değil, biz 10 CUC ödüyorsak onlar 10X24 = 240 CUP ödüyorlar. Sadece yerel halkın yemek yediği bazı lokantalarda daha avantajlı yeme şansları var.
Bizi en çok üzen şey ise halkın bir miktar dilenci külltürüne alıştırılmış olması oldu. Çocuklara kırtasiye malzemesi, ve çeşit yok diye –hazır Nursero Almanya’dan gelirken- tadımlık çikolatalar getirmiştik. Bir çocuğa hediye vermenin en güzel yanı onun gözündeki o mutluluğu ve sürpriz ifadesini görmek. Küba’da çocuklar bu hediyeleri artık kanıksamışlar, hiç şaşırmadan ve tabii teşekkür etmeyi unutmadan kabul ediyorlar ne verseniz. Devrimci bir ruhtan, dilenci bir ruha doğru gidiliyor olduğunu görmek üzüntü verdi biraz.

Gelelim, bu gezinin son sürprizine. Hani dedik ya, insanların yürekleri sıcacık. Son gün erkenden alana gittik. Amacımız, acil çıkış koltuklarından kapmak. Ne de olsa, Karakas’a uğrayarak İstanbul’a dönecek uçağımızla toplam 16 saatlik bir uçuş bizi bekliyor, konforumuzu artırma çabasındayız. Daha kontuarlar açılmadan, hatta horozlar bile ötmeden alana vardık. Havayolunun kontuar alanında bekliyoruz, ben de son dakika İspanyolca pratik yapma hevesindeyim. Orda gördüğümüz bir görevliye kontuarın ne zaman açılacağını sordum. 10 dakikaya açılır dedi. Normalde olsa daha fazla konuşmam, ama İspanyolca pratik yapacağım ya, acil çıkış koltuğu almak için erkenden geldiğimiz söyledim. Alamazsınız dedi ve gitti, o koltuklar bu uçuşta ücretsiz verilmiyormuş. Hadi ya diye hayıflanıyorduk ki aynı adam bir süre sonra yanımıza geldi. Meğerse alandaki en yetkili kişi imiş, bizim kendisinin ana dilinde iletişim kurma çabamızı kendisine yakın gördüğünden olsa gerek, inisiyatifini kullandı ve bize o koltukları açtı. Utanmasam boynuna da atlayacaktım ama İspanyolca teşekkür etmekle yetindik.
Derken derken, bir hafta sanki daha az bir sürede geldi geçti.

Dönüş uçağımız Kushimoto Japon Dostluk uçağında bir yandan yeni rotaları listeleyerek, bir yandan da Küba’ya yeniden gelebilmeyi dileyerek uykuya dalmışız.
Fotoğraflar: instagram:mehlikababaoglu
Facebook.com/mehlika.babaoglu
Twitter: @mehlikababaoglu