10 Temmuz 2016 Pazar

Adını söyleyemediğim şehre yolculuk...


Tamam, doğruya doğru! Almanya, can dostum Nursero oraya taşındığından beridir gözüme daha güzel geliyor. Şimdiye kadar keşfetmeye hiç heves etmediğim bu ülkeye bu yıl ikinci geziyi yaptım, iyi mi?

Annemin deyimiyle, ‘kurtluyum ben!’ Aslında her şey yol yapmak için bahane bana;)
Avrupa’da soğuk ve yağışlı geçen bir kış sonrası Nurseren iliklerim ısınsın, su kenarı özledim dedi. Bana hadi gel Friedrichschafen’da (fridrihşafın gibi okunuyor) buluşalım önerisini sundu. Pardon dedim, nasıl söyleniyor o şehrin ismi, neresi orası ve nasıl ulaşacağım? Meğerse adını söyleyemediğim bu şehre hergün direk uçuş varmış İstanbul’dan. Beni bilenler bilir, söz konusu seyahat ise hadi dendikten sonra karar verip bilet almam maksimum 10 dakika sürüyor.

Veee, bu konuşmadan iki hafta sonra 6 Mayıs 2016, Cuma öğlen pilot uçağı Friedrichshafen’a sürüyor...
Hedefimizde Bodensee gölünü (göl mü deniz mi ben hala tereddütteyim ama ) tavaf etmek var. Gitmeden birkaç blog yazısı okudum, Alman iş arkadaşım Christian’a da danışmayı unutmadım tabii. Göl kıyısında yerleşik Lindau kasabası için Almanya’nın Bodrum’u diyen yazılar okudum deyince, yahu dedi o kadar yüksek beklentiyle gitme. Bana her zaman olduğu gibi anavatanında hayatı kolaylaştıracak bir dolu ipucu, ve görecek yer tavsiyesi verdi.

Yaklaşık 3 saatlik bir uçak yolculuğu ile Almanya’nın güneyindeki bu ismi zor kasabaya ulaştım. Uçak inişe geçtiğinde gördüğüm karlı dağlar, ve masmavi su, üstünde gezinen beyaz yelkenliler ve mavinin çevresindeki yemyeşil doğa içinde atılmış sarı fırça darbeleri keyifli bir haftasonunun başladığını söylüyordu.
Havaalanı sadece belli büyüklükte uçakların inebileceği büyüklükte. Öyle ki, uçaktan indikten sonra pasaport işlemlerini yapacağınız binaya yürüyerek gidiyorsunuz. Küçük havaalanlarına inmeyi seviyorum;  çünkü ihtiyacınız olan her servise kolayca ve hızlı erişebiliyorsunuz. Bu sayede, uçaktan inip Nurseren’le buluşmamız ve önceden kiraladığımız arabayı alıp yola çıkmamız sadece 30 dakika sürdü.

İlk akşamımızı  geçireceğimiz bölgede bulunan Ravensburger kasabası ilk durağımız oldu. Ravensburger ismi çocuklara yönelik kitaplar ve eğitici oyuncaklardan dolayı bildiğim bir isimdi. Haliyle, şehrin girişinde bu üretimin yapıldığı imalathane ve satış binası algıda seçicilikle ilk dikkatimi çeken yerlerden biri oldu.  Ravensburger küçük ve çok sevimli bir Alman kasabası.  Şehrin meydanında biraz gezinip daha sonra kalesine yürüyerek çıkarak güneşin batışını buradan izleyebildik. Tabii uzun zamandır görüşmediğimiz için Nurseren’le hasret gidermek için de keyifli oldu.
Gittiğimiz haftasonu Almanya’da 3 günlük tatil vardı. Bulunduğumuz bölge o mevsimde yerli turistlerin de tercih ettiği bir yer olmasına rağmen akşam hava kararınca sokaklarda in cin top oynuyor. Tam bir Almanya klasiği!

Kalacağımız yeri booking.com sitesinden ayarlamıştık, ancak biz 2 kişilik istediğimiz halde site bize 1 kişilik oda verince, biz de siteye güvendiğimizden bu detayı kontrol etmeyince, bunu uyumak için odaya gittiğimiz (neredeyse) gece yarısı farkedince ve diğer tüm odalar da dolu olunca aklıma arabada kim uyuyacak diye kısa çöp çekme oyunundan başka bir şey gelmedi. Ama o hayal kırıklığıyla yaratıcılığı ve ikna gücü bileylenen Nursero otel sahibini 4-5 kez telefonla taciz ettikten sonra 2 dakika yürüme mesafesinde başka bir otel buldu bize. O yaşadığı heyecanın yorgunluğundan düştü uykuya hemen, bense  daha büyük bir yatakta uyuyacak olmanın mutluluğundan J

Günün öğretisi: Siz siz olun, booking.com sitesinden aldığınız rezervasyonların detayını konfirmasyonunuz gelir gelmez inceleyin; sitenin sicili bu konuda biraz kabarmış!
Ertesi sabah erkenden kalkıp yola çıktık: Hedefimizde Lindau kasabası, Bregenz ve Konstanz şehirleri ve Mainau ve Reichenau adaları var.

Geçen sefer Frankfurt şehir merkezinde 37 km hızla giderken yediğim 30 Euro cezayı hala içselleştiremediğimden olsa gerek bu sefer çok dikkatliyim. Gerçekten, herhangi  bir köye ya da kasabaya girerken yolda 30 km hız sınırı tabelasını görüyorsunuz. Aman diyim, dikkat edin, hiç şakaları yok!
Lindau bölgenin en turistik ve bilinen kasabası, bir liman şehri. Şehrin içinde yürüyerek doğal bir akışla ada kısmına geçebiliyorsunuz (hatta geçtiğinizi farketmiyorsunuz!)

Burada birkaç saat yürüyüp bir kahve içtikten sonra Tomtom’a hadi bizi Bregenz’e götür dedik. Uslu uslu Bregenz’e vardık demeyi çok isterdim; bütün suç o yolda gördüğümüz Bregenzerwald ve Insburg tabelasında! Doğa bizi çağırınca hipnoz olmuş gibi aniden dağa çıkan tabelaları izlemeye başladım. Tomtom alıştı artık, rotadan çıktın filan bile demiyor, susma hakkını kullanıyor. Sokak çocuğu ruhumuz bizi sürekli yoldan, zavallı Tomtom’u da çileden çıkarıyor.
İnsburg dağ yolu yemyeşildi. Koyu yeşil ve keyifli bir dağ yolunda yaklaşık 1 saat kadar gittikten sonra Bregenzerwald’da mola verdik. Devam etsek haftasonunun rotasını iyice saptıracağımızdan dolayı hadi dedik bu sefer uslu olalım, yeniden Bregenz’e çevirdik direksiyonu.

Bregenz’de göl kenarında yanımıza aldığımız piknik malzemelerimizle öğle yemeğimizi yedik. Bana kalsa yemeğimin yarısından fazlasını göldeki ördeklere verirdim ama Nurseren bu hayvancıkları bu şekilde beslemenin onları boğup öldürebileceğini söyleyince ufacık bir kırıntı bile bırakmadan yedim bitirdim yemeğimi.

Bu seyahatin en unutulmaz anı Bregenz’den Konstanz’a doğru yol alırken yaşandı. Clint Eastwood’un yönetmenliğini yaptığı ‘Bridges of Madison County’ filmini izleyenler bu satırları okurken çok heyecanlanacaklar! Hani Clint Eastwood’la Meryl Streep’in aralarındaki çekime yenik düşüp birbirlerini öptükleri o romantik üstü kapalı tahta-metal köprü sahnesi vardır ya, o köprünün aynısını gördük, aynı manzara! Köprüden geçince gayri ihtiyari birbirimize bakıp büyümüş gözlerimizle aynı şeyi haykırdık Nurseren’le: ‘Olamaz!’ Filmin bu bölgede çekilmediğinden emin olduğum için bu benzerlik karşısında çok şaşırdık ama bir o kadar da sevindik. Arabayı durdurup bolca fotoğraf çektik.
Baktık, bekle bekle ne Clint geliyor ne Meryl; hadi bari Konstanz’a doğru yola devam edelim dedik. Bodensee’yi kıyın kıyın gezerek Konstanz’a vardık.

Bu arada, eğer elinizde şu an bir harita varsa bu kadar yol yaparken 4 ülke geçtiğimizi de farketmiş olmalısınız: Sabah yola çıktığımızda Almanya’da idik, Insburg tabelasıyla yoldan çıktığımızda Almanya’dan çıkıp Avusturya’ya girmiştik bile; Konstanz’a giderken İsviçre ve Lihteştayn kara sularına girip çıkıp sonra yine Almanya sınırına girerek hedefe ulaştık.

Konstanz’da fazla vakit geçirmeden Çiçek Adası olarak da adlandırılan Mainau Adası’na (Insel Mainau) gittik. Aslında tam bir ada sayılmaz, çünkü araba geçebilecek dar bir yolla anakaraya bağlı bir ada burası. Ulusal bir park var, ve parkın içinde çeşit çeşit çiçekler. Biz adaya vardığımızda park kapanmak üzere idi, ve biz de biraz –güneş altında yol yapmaktan - yorulmuştuk. O yüzden adanın içindeki çiçekleri ve çiçeklerle yapılmış düzenlemeleri oturduğumuz kafedeki fotoğraflardan görmeyi tercih ettik.
Orada biraz dinlenince hadi dedik buraya kadar gelmişken Reichenau adasını da pas geçmeyelim. Yine anakaraya dar bir yolla bağlı bir adacık burası. Almanların yazlık evlerinin bulunduğu şirin bir yer. Güzel olan kısım adaya geçiş yolu. Sağlı sollu sazlıkların ve ağaçların arasında gidiyorsunuz adaya geçmek için. Gittiğimize değdi!

Otelimize dönerken gölün en üst kısmına kadar çıkıp yine göl kenarından yol aldık. Ara ara yağmur vardı, doğa manzarası daha da keyifli oldu.
Akşam otele vardığımızda kurt gibi acıkmıştık, ama açık hiçbir yer de kalmamıştı. Otelin restoranında ne varsa ona razı olalım dedik ya ne iyi demişiz. Bir kuşkonmaz çorbası içtik ki nasıl leziz! Onlarda mevsiminde sıkça bulunan beyaz kuşkonmaz ve süt kreması ile harmanlanmış ve iç çekirdekle süslenmiş çorba en-fest-ti...

E kolay mı, bir günde 4 ülkeye girdik çıktık; karnımızı doyurur doyurmaz uymuşuz.

Ertesi gün akşamüstü eve dönüş uçağım vardı. O yüzden sabah erkenden yola düştük yine; daha fazla yer görebilelim diye. Meersburg’a doğru yol almaya başladık. Hani uçaktan baktığımda yeşilliklerin arasında sarı renk gördüm demiştim ya, o renk meğersem ‘raps’ diye adlandırılan kantaron çiçeği tarlaları sayesinde imiş. Tepeden ayrı güzel, yakından bir ayrı. Yol boyu raps tarlaları, üzüm bağları ve elma & armut ağaçlarıyla dolu alanlar gördük. Çok güzeldi.
Meersburg şehri sıradan bir Alman kasabası. Orada çok vakit geçirmedik. Göl kenarından son durağımız Friedrichschafen’a ulaşarak gölü tavaf etmeyi tamamladık.
Bir parantez açmadan geçmeyeyim: Friedrichschafen şehri hakkında cahil olan benmişim, şehri tüm dünya tanıyor; ilk zeplinin yapıldığı yer olarak. Bunla o kadar gurur duyuyorlar ki yer-gök zeplin şehirde. Öyle ki şehrin içinde gezerken gökyüzünde gördüğünüz zeplin sayısı kuş sayısından daha fazla, şehrin meydanına konuşlanmış kocaman bir zeplin anıtı ve müzesi de cabası.

Güney Almanya’ya gidenlerin görmeyi hedeflediği bir nokta daha oluyor: Walt Disney’in yarattığı hayal dünyasında kullandığı kaleyi yapmadan önce görüp esinlendiği  Neuschwanstein Kalesi. Romantik yol rotasında bulunan bu kaleyi bir başka geziye bırakmak durumunda kaldık.
Zaman doldu, öğleden sonra ben İstanbul’a, Nurseren Frankfurt’a; evlere dağıldık.

Almanya benim için artık 1 taşla 2 kuş vurmak demek: Nursero’yla hasret gidermek  ve bilmediğim yolları keşfetmek!

Yine, yeni bir yol hikayesiyle buluşmak üzere...

Fotoğraflar için:
Facebook.com/mehlikababaoglu
Instagram: mehlikababaoglu

1 Mayıs 2016 Pazar

GÖKÇEADA


Geç kalmış bir ada yazısı bu.
Geçen Ağustos’tan; yaşanıp da paylaşılmamış. Madem yeni bir bahar geldi –yol mevsimi – yeni rotalar planlarken elde tutulanları yazıya döküp görücüye çıkarma zamanı.

Geçtiğimiz yıl Ağustos ayının son haftasonunu Gökçeada’ya ayırmıştık. Bilmeden, bir çok açıdan, öyle doğru bir zamanlama yapmışız ki!

Cuma günü İstanbul’dan yola çıkıp Gökçeada feribot sırasına girmemiz öğle saatini buldu. Feribotta gördüğümüz –istisnasız- hepsi atletik vücutlu yolcular bizde bir merak uyandırdı, ada halkı ne yiyip içiyordu ki hepsi böyle idi? Adaya ayak basar basmaz bu soruyu daha sonra kurcalamak üzere bir kenara koyduk; zira güneşin batış zamanı yaklaşıyordu, ve acilen uygun bir mekan bulup hakkını vermeliydik;  yoksa doğaya büyük ayıp olurdu.

Hani dedim ya, çok doğru bir zamanda gitmişiz; meğer farkında olmadan dolunay zamanını seçmişiz. E, bir de Türkiye’nin en batı noktasında olunca batmaya nazlanan güneşle, çarpıcılığını göstermenin çabasında dolunayın arasında kaldık; kadehimizi hangisine kaldıracağımızı şaşırdık. İlk akşam 1 saatten uzun süren muhteşem bir gün batışına dolunay eşliğinde şahit olduk; adanın en yüksek noktalarından biri olan Kaleköy(eski adı Kastro)’de. Hepinize rakı ile şerefe!
Gökçeada’yla ilgili birkaç not:

Türkiye’nin en batı noktası adada; Inceburun diye bir yer.
Türkiye’nin ilk ve tek sualtı parkı da burada; Kaleköy ve Kuzulimanı arasında.

Gökçeada, cittaslow (yavaş şehir) seçilen tek ada (ama açıkçası merkezdeki araç yoğunluğu ve ses biraz sorgulattı hepimize bu seçimi.)
Rum köyleri ve köyler arası bakir yollar çok keyifli. Köylerdeki taş evler, taş yollar, ve çınar altı kahveler, rum & türk mezeleri ve tabii güleryüzlü insanlar, kısacası Ege’nin alamet-i farikaları sizi karşılıyor. Ancak, adanın merkezi tam bir hayal kırıklığı! Bildiğiniz kuru ve ruhsuz bir kasaba görüntüsü var. O güzelim Rum dokusu ne evlerde kalmış, ne yollarda. Rum nüfusu ve kültürünü yoketmek için politika güdenler aslında kendilerini renksizliğe/tekdüzeliğe mahkum etmişler.

Adanın her yerinde gayet serbest gezinen keçiler var. Renk renk keçiler gördük dağda bayırda. Bakir ve çorak tepeler, dikenli bitki örtüsü, zeytin ağaçları ve keçiler zaten hep iyi geliyor ruhuma. Adaya gitmeden önce adadaki yılkı atlarını okumuştum; görmek hayalim vardı, ama denk gelmedi, göremedim.
Adaya giderken bir başka hayalim de Kuzey Ege’nin yabani rüzgarıyla sörf yapmaktı. Yapamadım, ancak üzüldüm de diyemem. Sebebi ise geliş feribotumuzdaki atletik vücutlu insanlar oldu. Meğerse bizim gittiğimiz haftasonu adada uluslararası kite-surf (uçurtma sörfü) yarışması varmış. Aklınızda bulunsun, bu yarışma her sene Ağustos’un son günlerinde düzenleniyor. Ziyaretiniz aynı tarihlere denk getirirseniz sadece adrenalini bol bir yarış değil, aynı zamanda profesyonel sörfçülerin  ellerinde salınan uçurtmaların göyüzündeki rengarenk dansına da şahit olacaksınız. Sahilde sörfçülere ait çok sayıda karavan ise ortamın görüntüsünü daha da keyifli hale getirmişti.

Hani dedik ya, zamanlama çok doğruydu diye; tüm bunların üstüne Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş motor ve motorcular vardı, onlar da çadır kampı kurmak üzere sözleşmişler o haftasonu. Onların kamp keyfini desteklemek üzere belediyenin düzenlediği bir açıkhava konseri de vardı Cumartesi gecesi; ama adanın rüzgarı öyle bir çarpmış ki erkenden uyumayı tercih ettik.
Bolca yüzdük de. Laz koyuna ulaşmak biraz yoruyor ama değiyor. Su muhteşemdi. Bunun yanısıra adada Aydıncık plajı, Gizli liman, ve Yıldızkoy sularında kulaç atabilirsiniz.

Ege’de geçen keyifli bir haftasonundan sonra kürkçü dükkanı İstanbul’a dönüşe geçmek  hep zor geliyor. Allahtan domates mevsimi idi de yol boyu satılan lezzetli domateslerden almak dönüşü biraz keyiflendirdi.
Ege’de olmak hep güzel, adaya kaçmak bir başka!

instagram: mehlikababaoglu
facebook/mehlikababaoglu
twitter/mehlikababaoglu
yaziyadoktuklerim.blogspot.com