Geç kalmış bir ada yazısı bu.
Geçen Ağustos’tan; yaşanıp da paylaşılmamış. Madem yeni bir
bahar geldi –yol mevsimi – yeni rotalar planlarken elde tutulanları yazıya
döküp görücüye çıkarma zamanı.Geçtiğimiz yıl Ağustos ayının son haftasonunu Gökçeada’ya ayırmıştık. Bilmeden, bir çok açıdan, öyle doğru bir zamanlama yapmışız ki!
Cuma günü İstanbul’dan yola çıkıp Gökçeada feribot sırasına girmemiz öğle saatini buldu. Feribotta gördüğümüz –istisnasız- hepsi atletik vücutlu yolcular bizde bir merak uyandırdı, ada halkı ne yiyip içiyordu ki hepsi böyle idi? Adaya ayak basar basmaz bu soruyu daha sonra kurcalamak üzere bir kenara koyduk; zira güneşin batış zamanı yaklaşıyordu, ve acilen uygun bir mekan bulup hakkını vermeliydik; yoksa doğaya büyük ayıp olurdu.
Hani dedim ya, çok doğru bir zamanda gitmişiz; meğer
farkında olmadan dolunay zamanını
seçmişiz. E, bir de Türkiye’nin en batı noktasında olunca batmaya nazlanan güneşle,
çarpıcılığını göstermenin çabasında dolunayın arasında kaldık; kadehimizi
hangisine kaldıracağımızı şaşırdık. İlk akşam 1 saatten uzun süren muhteşem bir
gün batışına dolunay eşliğinde şahit olduk; adanın en yüksek noktalarından biri
olan Kaleköy(eski adı Kastro)’de.
Hepinize rakı ile şerefe!
Gökçeada’yla ilgili birkaç not:
Türkiye’nin en batı noktası adada; Inceburun diye bir yer.
Türkiye’nin ilk ve tek sualtı
parkı da burada; Kaleköy ve Kuzulimanı arasında.
Gökçeada, cittaslow
(yavaş şehir) seçilen tek ada (ama açıkçası merkezdeki araç yoğunluğu ve
ses biraz sorgulattı hepimize bu seçimi.)
Rum köyleri ve
köyler arası bakir yollar çok keyifli. Köylerdeki taş evler, taş yollar, ve
çınar altı kahveler, rum & türk mezeleri ve tabii güleryüzlü insanlar,
kısacası Ege’nin alamet-i farikaları sizi karşılıyor. Ancak, adanın merkezi tam
bir hayal kırıklığı! Bildiğiniz kuru ve ruhsuz bir kasaba görüntüsü var. O
güzelim Rum dokusu ne evlerde kalmış, ne yollarda. Rum nüfusu ve kültürünü
yoketmek için politika güdenler aslında kendilerini renksizliğe/tekdüzeliğe
mahkum etmişler.
Adanın her yerinde gayet serbest gezinen keçiler var. Renk renk keçiler gördük dağda
bayırda. Bakir ve çorak tepeler, dikenli bitki örtüsü, zeytin ağaçları ve
keçiler zaten hep iyi geliyor ruhuma. Adaya gitmeden önce adadaki yılkı atlarını okumuştum; görmek
hayalim vardı, ama denk gelmedi, göremedim.
Adaya giderken bir başka hayalim de Kuzey Ege’nin yabani
rüzgarıyla sörf yapmaktı. Yapamadım, ancak üzüldüm de diyemem. Sebebi ise geliş
feribotumuzdaki atletik vücutlu insanlar oldu. Meğerse bizim gittiğimiz
haftasonu adada uluslararası kite-surf (uçurtma sörfü) yarışması varmış.
Aklınızda bulunsun, bu yarışma her sene Ağustos’un son günlerinde düzenleniyor.
Ziyaretiniz aynı tarihlere denk getirirseniz sadece adrenalini bol bir yarış
değil, aynı zamanda profesyonel sörfçülerin ellerinde salınan uçurtmaların göyüzündeki
rengarenk dansına da şahit olacaksınız. Sahilde sörfçülere ait çok sayıda karavan
ise ortamın görüntüsünü daha da keyifli hale getirmişti.
Hani dedik ya, zamanlama çok doğruydu diye; tüm bunların üstüne
Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş motor ve motorcular vardı, onlar da çadır
kampı kurmak üzere sözleşmişler o haftasonu. Onların kamp keyfini desteklemek
üzere belediyenin düzenlediği bir açıkhava konseri de vardı Cumartesi gecesi;
ama adanın rüzgarı öyle bir çarpmış ki erkenden uyumayı tercih ettik.
Bolca yüzdük de. Laz
koyuna ulaşmak biraz yoruyor ama değiyor. Su muhteşemdi. Bunun yanısıra
adada Aydıncık plajı, Gizli liman, ve
Yıldızkoy sularında kulaç
atabilirsiniz.
Ege’de geçen keyifli bir haftasonundan sonra kürkçü dükkanı
İstanbul’a dönüşe geçmek hep zor
geliyor. Allahtan domates mevsimi
idi de yol boyu satılan lezzetli domateslerden almak dönüşü biraz
keyiflendirdi.
Ege’de olmak hep güzel, adaya kaçmak bir başka!
instagram:
mehlikababaoglu
facebook/mehlikababaoglu
twitter/mehlikababaoglu
twitter/mehlikababaoglu
yaziyadoktuklerim.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder