Kafa göz kıra kıra nasıl İspanyolca konuşmaya çalıştığıma
yazının içinde ara ara değineceğim. Sevdiğim bu dili gitmeyi çok istediğim bir
ülkede ilk defa konuşmaya çalışmanın keyfini, bırakın İspanyolca, anadilimde
bile hakkıyla anlatamayacağımdan asıl konumuza girelim hemen: Küba!
Küba epeydir aklımda idi. Bir seyahat dönüşü uçaktaki
dergide artık direk uçabileceğimizi okuyunca Nursero’yu aradım. ‘Biz bu bilgiyi
öğrendik ve niye hala bilet almadık acaba? J’Şubat ayında 7 gece-8 gün Küba’ya gidiyoruz, hazırlıklar başlasın. Ne kadar blog yazısı bulduysam okudum, bu seyahati daha önce yapmış tüm arkadaşlarımın deneyimlerini ve önerilerini ezberledim. Ve dahi bir Küba rehber kitabı edindim. Sınavına iyi çalıştığından emin olan öğrenci misali ara ara da tüm öğrendiklerimi Nurseren’e aktardım, onun öğrendiklerini de not ettim.
Hazırsanız, Küba yolcuları için yolculuk öncesi
hazırlıklarla ilgili bilgileri sıralıyorum:
Vizeye ihtiyacınız var, ama gözünüz korkmasın; 1 günde
alınıyor. Ankara’daki Küba konsolosluğunun yönlendirmesi ile Istanbul’daki
acentaya 40 Avro ödemem 2 sayfalık basit vize kağıdımı almama yetti. Aslında, o
gün acentanın elinde yeteri kadar vize kağıdı olsa idi aynı gün alacaktım. Zira,
Nursero için bu işlem sadece 20 dakika sürmüş; o yaşadığı şehir Frankfurt’taki
elçilikten aldı.
Bavulunuza koymanızı tavsiye edeceklerimiz: Birkaç tişört,
şort ve mevsimine göre belki bir yağmurluk, şapka, güneş gözlüğü ve serin
akşamlar için uzun kollu bir merserize. Bunların yanısıra, sabun (ihtiyacınız
olmasa bile yerel halka hediye edince mutlu oluyorlar), sinek kovucu, güneş
kremi, ihtiyaç olursa diye birkaç ilaç, ıslak mendil, tuvalet kağıdı (orada
olmadığından değil; çok seçici iseniz oradakilerin kalitesinden mutlu
olmayabilirsiniz). Ve tabii yeriniz varsa (yoksa da yer açın)çocuklar için
kırtasiye malzemesi götürmeyi unutmayın, çok mutlu oluyorlar. Hayallerinizi ve
heyecanınızı da el çantanıza sığdırdınız mı; tamam işte hazırsınız.
Kredi kartınız, orada nakit ihtiyacınız olursa bankamatikten para çekmek
dışında bir işe yaramayacak. O yüzden yanınıza para almayı unutmayın. Amerikan
doları tercih etmeyin. Amerikan dolarına
%10 servis ücreti kesiyorlar. O yüzdendir ki birisine bahşiş verdiğinizde
1USD’ye aynı miktardaki CUS ya da Avro
kadar mutlu olmuyorlar. Avro ve/veya Kanada doları yanınızda bulundurmak için
en ideal para birimleri.
Biz konaklamak için ada halkının ‘casa particular’ diye
adlandırdığı pansiyonları tercih ettik. Gittiğimiz yeri lokal insanlar gibi
yaşamayı tercih ediyoruz çünkü. Ada içinde istediğiniz şehir, şehir içinde
bölge seçip uygun pansiyonlardan yer sorabiliyorsunuz. Seçtiğimiz pansiyonların
sahiplerine İspanyolca yazmıştım. Gözümüze kestirdiğimiz bir ‘casa’da yer
olduğunu öğrenip rezervasyonu yaptıktan sonra gittiğimiz güne kadar içim içimi
yedi ama. Ya İspanyolcam yetmedi de kadının söylediklerini tam anlamadıysam?
Acaba eksik/yanlış bir bilgi alıp vermiş miyimdir? Niye risk aldım, İngilizce
sormadım ki? vs vs..Nursero’ya söylemedim ama içimde fırtınalar esti durdu.
Hatta Havana’da havaalanında bindiğimiz taksi bizi evin adresinin önünde
indirip de zili bastığımda kapı hemen açılmayınca günah çıkarmak için
Nursero’ya ne ısmarlasam diye bile düşündüm bir an. Ama ev sahibemiz Mari
kapıyı kocaman gülüşüyle açınca tamam işte görevimi başarıyla tamamladım, bana
ne ısmarlıyorsun Nursero moduna geçmem an meselesi oldu. Çabalamak bir ömür
sürer, başardıktan sonra şımarmak bir dakika! J Bu arada, yazdıklarımdan ürkmeyin, İspanyolca
bilmeniz pansiyon sitesini kullanmanız için bir ön şart değil; tüm ev sahipleri
ile İngilizce iletişim kurmanız mümkün. Giderken bir diğer tedirginliğim de
rezevasyonu yaptık ama ön ödeme vs yapmadık, ya bizim yerimizi başkasına
verdilerse, garantimiz yok düşüncesi idi. Onu da merak etmeyin, tüm pansiyonlar
ve sistem devlet kontrolünde. Sistem bu şekilde işliyor, size söz verdilerse
orası sizindir. Ada halkı, turizm gelirlerine bir zarar gelmesin diye çok
özenli. Yataklar temiz olur mu diye yanımızda çarşaf ve yastık kılıfı
taşımıştık ama inanın hiç kullanmadan ev sahibimize hediye ettik.
Pansiyon ayarlamak için kullanacağınız adres: http://www.casaparticular.com
Bizim Havana’da kaldığımız pansiyonun adı: Clara&Mary (Centro
Havana’da)
Konaklama ile ilgili yeni bir bilgiyi de yeri gelmişken paylaşayım: Airbnb şirketi
Küba’da da hizmet vermeye başladı.
Gidiş ve dönüş tarihlerimiz dışında başka hiçbir detayı
planlamadan adaya gitmiştik, orda karar verelim istemiştik. Bu sebepten ilk
günü Havana’ya ayırdık. Pırıl pırıl bir gökyüzü karşıladı bizi Havana’da.
Eşyalarımızı evimize bırakıp ev sahibemizin de şehirde gezilecek yerlerle ilgili
önerilerini aldıktan sonra kendimizi Havana sokaklarına bıraktık. İlk
izlenimimi not etmiştim, hemen paylaşayım: Sokaklarda, evlerde, yüzlerde öylesi
bir yaşanmışlık var ki; o hikayeler, o aşklar, acılar, ve tüm o anılar bir
mıknatıs gibi sizi çekiyor. O yüzden tüm seyahat boyunca sokak ve yüz
fotoğraflarına yoğunlaştım.
Gelin Havana’nın detayına girmeye başlamadan adayla ilgili
bir miktar ansiklopedik bilgi paylaşalım:Küba, uzunlamasına 1.232 kilometre olan dünya coğrafyasında en büyük 13. ada (nüfus açısından ama belki de en kalabalık olanı). Aslında adalar topluluğu demek lazım. Isla de la Juventud ve birçok küçük adayı da kapsayan bir takımada. Adanın tarihini burada anlatmayacağım ama bana ilginç gelen bir ayrıntı vereyim: Uzun yıllar adaya ambargo uygulamış olan Amerika Birleşik Devletleri'nin Havana’ya uzaklığı adaya ait olan Isla de la Juventud adasının Havana’ya uzaklığından 13 kilometre daha kısa.
Küba, 14 eyalete bölünmüş durumda. Adada karışık bir etnik grup yaşıyor. %51’i
Mulatto diye isimlendirilen Avrupa & Afrika kökenli insanlar. Beyazlar %37,
siyahlar %11 oranında. %1 kadar da Çinli var. Derilerinin rengi farklı, ama
hepsinin kalpleri, kıyafetleri aynı; sıcacık ve rengarenk!
Ada yaşlı bir nüfusa sahip; %13’ü 65 yaşın üstünde. Yüzlerdeki yaşanmışlıkları, o kırış kırış olmuş çizgileri
fotoğraflamak istedim ama havasından mı, yediklerinden ya da yaşayış
şekillerinden mi bilinmez, 80 yaşın üstündeki insanların bile yüzlerinde
çizgiler az. Sağlıklı, dinç ve yaşlarından daha genç görünüyorlar. Bu arada,
rehberimizden öğrendim: Kübalılar yaşlı (old) kelimesini insanlar için
kullanmazlarmış hiç. Yetişkin (adult) tabirini kullanmayı tercih ediyorlarmış.
Adada okuma yazma oranı neredeyse %100. Bu sebepten; Küba’da kadehlerimizi sürekli, sosyal
sistemi kuran ve halkın sağlık ve eğitime koşulsuz erişimini sağlayan devrimin
tüm kahramanlarına kaldırdık. (Nasılsa içecektik, bari iyi bir şeyi vesile
edelim dedik) Neredeyse her sokakta bir okul var. Tıp ve eczacılık eğitiminde
ileri düzeydeler. Hatta doktor olmak birine hava atmak, ya da kız tavlamak için
kullanılabiliyor. Bu bilgiyi adaya gitmeden öğrense idim; dansa kaldırmak
isteyen yağız Kübalı bir arkadaşın ısrarla doktor olduğunu söylemesi ile iyi
bir dansçı olması arasında nasıl bir korelasyon olduğunu anlamak için uğraşıp
durmazdım.
Adada 2 para birimi var: Biri CUC denilen turist pezosu. 1
CUC yaklaşık 1 Avro. Havaalanından ya da şehirdeki döviz bürolarından ya da
bankalardan paranızı CUC’a çevirebiliyorsunuz. Tabii sıra beklemek şartıyla. Diğeri
CUP denilen yerel pezo ve turist pezosunun 1/24’ü değerinde. Yerel pezo
alabilmek için karşınızdakini yerel olduğunuza inandırabilmeniz lazım.
İspanyolca konuşmak, görünüş olarak onlara benzemek bir avantaj. Benim yerel
pezom oldu; akıcı İspanyolcam ve yanık tenim sayesinde bunu elde ettim demeyi
çok isterdim ama tamamen şans eseri yolda buldum J
Evdeki en kıymetli parçam şu an o 1 pezom.
Neyse, adayla ilgili bilgilere biraz ara verip adadaki ilk
günümüzden ve Havana’dan biraz bahsedeyim: Dediğim gibi, üstüne yaşanmışlık
sinmiş caddelerinde yürümek, labirent misali ara sokaklarında kaybolmak öyle
keyifli ki! Bir hafta boyunca aynı sokağa defalarca girip her defasında başka
bir detay keşfettiğimizi, başka tatlar aldığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Kolonyal
dönemden kalma eserlere sahip olduğu için UNESCO Dünya Kültür Mirası’na girmiş
Eski Havana(Viaje Habana)’daki Calle Obispo (calle=sokak) en meşhur
caddelerinden biri. Kerteriz orayı belirleyin, ama ondan sonra bırakın
kendinizi ara sokaklara. İlk gün tesadüfen karnımızı doyurmak için
keşfettiğimiz ama sonra tüm hafta müdavimi olduğumuz El Dandy Bar’a (Plaza del
Cristo, Calle Brasil, #401 esq. Villegas, Habana Vieja) gitmeden, orda Daiquiri
ve Mohito içmeden, barda o kokteyleri hazırlayan barmen arkadaşlarımıza
selamımızı iletmeden dönmeyin lütfen. Bizce Havana’nın en leziz mohitosu ve
daiquirisi o barda yapılıyor. Bu arada, barda yudumlayacağınız kokteylinize bir
siglo ve/veya puro eşlik etmezse de eksik kalırsınız.
Havana’da ilk gün, Nursero’nun adaya gelmeden fotoğrafını görüp de büyülendiği
Primavera heykelinin izine düştük. Rafael Miranda San Juan tarafından yapılmış
bu devasa heykel gerçekten çok büyüleyici. Bir kadın yüzünün insanın tüm
duygularını cinsiyetten bağımsız olarak
en doğru aktaracağı iddiası ile yapılmış. Dakikalarca bakabiliyorsunuz. Bu
sayede ünlü Malecon sahil yoluna da adımımızı atmış olduk. Hadi dedik, madem
güneş batmak üzere Malecon üzerinden yürüyerek ünlü ve tarihi Hotel Nacional’e
gidelim. Ayarlasak bu kadar denk getiremezdik; meğerse o gün akşam dolunay
varmış. Biz gün batımı ve gün doğumlarının adalarda ne kadar daha büyülü
olduğuna dair konuşurken güneşin tamamen batmasıyla kıpkırmızı yuvarlak ayla göz göze
geldik. İkimiz de o an yanımızda profesyonel bir kameramız olmamasına
hayıflandık ama gözümüzle gördüğümüz için de ÇOK ŞANSLIYDIK!
Havana’dan diğer şehirlere gidebilmenin birkaç yolu var:
Bunlardan birisi rehberli tur almak. Tüm otellerin içinde bu turlara bilet
satan masalar/görevliler var. Diğer bir yol ülkenin otobüs sistemini kullanmak
(www.viazul.com) ya da araba kiralamak. Her
ne kadar toplu yapılan gezileri sevmesem de
az zamanda çok şey yapmak, görmek ve öğrenmek istediğimiz için vakti
daha değerli kullanacağımızı düşündüğümüzden tur almayı tercih ettik.
Adada ikinci gün, turla Havana’ya 2,5 saat mesafedeki Viñales (Binyales diye okunuyor) ve
Pınar del Rio şehirlerine gittik. Viñales adada ve ( iddia ettiklerine göre) dünyada en kaliteli
tütünlerin üretildiği şehir. Tropik bir adada şehirlerarası yollar keyifli,
çünkü doğa ve manzaralar ruhunuzu okşuyor. O yüzden de araba kullanmayı tercih
etmediğimiz için bir kez daha memnun olduk, manzaralara daha çok
odaklanabildik. Bu gezi sırasında bir puro fabrikası da ziyaret ettik. Ben
purodan çok anlamam ama ordan alıp getirdiğim purolar işin ehilleri tarafından
gayet beğenildi, keyifle içildi. Bir dahaki gidişimde daha çok alacağım
kesin! Viñales’in bir diğer alametifarikası da –çoğunuzun ismini halihazırda
bildiği - piña colada isimli
kokteyl. Ama bir orda için, ondan sonra başka yerlerdekini hep elinizle
iteceksiniz, bu olmamış diye.
Aynı gün yine Viñales
vadisi içinde yer alan ve dünyada sadece 2 adet bulunan (diğeri Çin’de imiş) ve
dört yılda boyaması tamamlanan kayaları da gördük. Dünyada kayalar üstüne
yapılan en büyük resim bu. Öğle yemeğimizi bu alanda yemek keyifli oldu. Akşam
saatlerinde Havana’ya döndük.
Tekrar Havana’daki keşiflere başlamadan adayla ilgili öğrendiklerimizden/deneyimlediklerimizden
biraz daha serpiştirivereyim araya:
Malum ada tropik, o yüzden bolca tropik meyve var; belli
başlıları: Juavo, banana(muz), ananas, guayaba, papaya, mango, pina, mamey,
melon, naranja (portakal), limon. Sayarken bile ağzım sulandı. Gittiğiniz
mevsime göre olanları bolca yiyin. Mis gibi kokuyorlar, ve meyvelerin doğal
tadını alıyorsunuz. Meyveye doyduk. Aslında
meyve adada çeşidi en bol yiyecek demek de yanlış olmaz.
Avokado, ise, orda sebze statüsünde. Sebze çeşidi kısıtlı.
Yıllarca sadece şeker kamışı üretilmiş adada.
Amerika ambargosundan sonra şeker geçinmek için yeterli olmayınca tarım
bir miktar çeşitlenmiş. Şu an soğan, sarımsak, yuka, domates, biber, pirinç ve
mısır yetişiyor adada.
Sosyalist sistemden dolayı her alanda çeşit yok denecek
kadar az. Marketlerde (market dediğime bakmayın, bakkal-büfe arası bir şey) tüm
ürünleri toplasanız 15 çeşitten fazla bir şey bulamazsınız. Deterjan az
bulunuyor ve herkesin alabileceği bir şey değil; o yüzden vitirinlerde
sergileniyor. Şişe su, mesela, marketlerde satılmıyor. Ekmek tek çeşit, yerli
kola ve bira var. Turistlerin gittiği mekanlarda Coca-Cola bulmak –malesef- mümkün.
Yemek çeşidi de az haliyle, ama lezzetli. Vallahi yediğimiz
tavukların tadı damağımızda kaldı. Deniz mahsülleri hem ucuz, hem tadı yerinde.
Kahve de yetişiyor, söylemeyi unuttum. Ve kahve çekirdekleri bayağı sert. Ben
bile - ki her içecek de olduğu gibi kahveyi sert severim, bazen süt koydum içine
sertliğini kırmak için. Ama aromasını çok beğendim. Kahve çekirdeği turistlerin
tercih ettiği bir hediyelik.
İnternet var mı, yok mu belli değil. Aslında bizdeki
kadarına da ihtiyacımız var mı, yok mu; o da kocaman bir soru işareti J 1 saat internet
kullanabileceğiniz kartlar alıyorsunuz(sadece bir şirket var), 3 CUC karşılığı.
Bu birinci basamak. Sonra wi-fi çeken bir alan bulmalısınız. Nasıl mı? (Onlar taş
diyorlar bu alanlara) Gözlerini telefonlarından ayırmadan bakan ve kullanan bir
grup insan görürseniz bingo, wi-fi alanına ulaştınız demektir. Bu da ikinci
basamak. Kartınızda yazan şifreyi girip, arada hattan düşe kalka hayata
bağlanıyorsunuz. Biz sadece günde bir defa sevdiklerimize iyiyiz demek için
bağlandık o kadar. Bu sayede kendimize ve adanın güzelliklerine daha fazla
vakit ayırabildiğimiz için mutluyuz. Teknoloji detoksu için bu ada bir cennet!
İlginç bir istatistik daha: Adadaki köpek sayısı çocuk
sayısından fazla. Aileler artık en fazla tek çocuk yapmayı tercih ediyorlarmış.
Kadın aile hayatında önemli bir yerde. Kararları ailede kadın alıyor. Bu arada,
tüm hayvanlar –köpekler, keçiler, inekler, tavuklar vs..- bir deri bir kemik.
Beslenmeleriyle ilgili bir eksiklik yok ama ilginç bir şekilde hepsinin
kemikleri sayılıyor.
Yollarda sık aralıklarla bilboardlar göreceksiniz: Devrimi
ve kahramanlarını unutmamak, ve nesillere ve ziyaretçilere daha fazla aktarmak
istercesine. Başta Fidel olmak üzere devrim kahramanlarının isimleri,
fotoğrafları ve tarihe geçmiş sözleri var. (Yo soy Fidel, Hasta la Victoria
Siempre, Patricia o Muerta vs.) Ada bu anlamda bir açık hava müzesi gibi.
Hadi özledik, tekrar Havana’ya dönelim:
Tüm seyahati Havana’da geçirsek sıkılmazdık, keşfedecek onca
detay var ki! Hemingway’le sokaklarda yürüyüp onun müdavimi olduğu La Floridita
barında daiquiri içebilirsiniz, 8 kilometre uzunluğunda Malecon’da güneşin en
romantik batışlarından birine şahit olabilirsiniz, Plaza de Armas’tan eski
şehire doğru yürüken Atatürk büstüne selam verebilir, Plaza de la Catedral’da
ara sokaklarda gezinip eski kitap satıcıları ile sohbet edebilir, bir barda
oturup mohitonuzu içerken puronuzun dumanını gökyüzüne gönderebilir, ya da Plaza
Vieja’ya ulaşıp köşedeki binanın en üst katına çıkıp da Vinci’nin tasarladığı
‘Camara Obscura’ ile şehre 360 dereceden bakabilirsiniz. Bir dönem berber dükkanlarının olduğu ve bu sebepten girişinde kocaman bir makas heykeli bulunan sanatçılar sokağındaki keyifli barlarda dinlenebilirsiniz. Yetmedi, Devrim
Meydanı’na gidip Che ve Camilo’nun silüetlerine devrim selamı verebilir, ve
hatta mutlaka Devrim Müzesi’nin ziyaret edip bir ülke nasıl bir inançla
bağımsızlığını kazanmış belgeleriyle öğrenebilirsiniz. Ama siz siz olun, bizim
yaptığımız gibi devrim meydanı ile devrim müzesi nasılsa aynı yerdedir diyip,
10 adımlık mesafe için taksiye binme gafletinde bulunmayın. Benim suçum yok, o uzun puro çarptı, çarpıttı
tüm bildiklerimi!
Havana’da sokakta gezmenin bir güzel tarafı da sokak
heykelleri. Öyle güzel, anlamlı ve estetik heykellerle bezenmiş durumdaki
şehir. Bu arada, sokakların güvenli olduğu bilgisinin hemen altını çizeyim.
Açıkçası bu konuda daha önce giden arkadaşlarımdan teyit almamış olsa idim,
akşamları ara ve arka sokaklara girmeye çekinebilirdik. Turist, ada halkı için
önemli bir geçim kaynağı; o yüzden ve tabii polis de varlığını sürekli ve kibar
bir şekilde hatırlattığından, sokaklar günün her saati güvenli.
Herkes bildiği için mi acaba, Havana’da ve Küba’daki eski
arabaların cazibesinden şu ana kadar bahsetmedim diye düşünmekten kendimi
alamıyorum. Konfor deseniz ne gezer, teknolojinin esamesi okunmaz, ama bu
arabaların havası başka hiçbir arabada yok. Giderek sayısı azalsa da, toplam
araç nüfusu içinde yüzdesi düşse de karizmalarından hiçbir şey kaybetmiyor bu
rengarenk arabalar. Pembe puanlı beyaz olanını ilk gün gözümüze kestirmiştik,
binmeden dönmedik..
Havana’yı keşfederken arada 2 gün başka bir tur daha aldık.
O iki günlük geziye dört şehir sıkıştırmıştık: Santi Spiritus, Trinidad,
Cienfuegos ve Santa Clara şehirleri.
Yol üstünde gördüklerimizden notlar:
Rio Agabama (118km) adanın en uzun nehri. Santi Spiritus’tan
Trinindad’a giderken ara ara eşlik etti
bize.
Placetas şehri tarım alanında en önemli şehirlerden biri. Şu
an adanın şeker kamışı üretiminin büyük bir bölümü bu bölgede yapılıyor. Yabani
defnesi ile de meşhur. O yüzden şehir ‘La Villa de los Laureles’ (el
laurele=defne) diye de biliniyor.
Şehirlerarası yollarda ellerinde para sallayarak otostop
çeken birilerini göreceksiniz; aklınıza
yanlış fikirler getirmeyin, bu Küba’da çok normal. Otobüslere ve toplu taşım
araçlarına yolculuk yapma niyetlerini bu şekilde belirtiyorlar.
Trinidad, adanın en mehur ve turistik şehirlerinden biri.
UNESCO korumasında. Çok keyifli, sokakları arnavut kaldırımı ve tertemiz, cıvıl
cıvıl bir şehir. Biz Trinidad’a yakın küçük bir kasabada bir pansiyonda
konakladık. Ev sahibemizden o şehre özel Chancancara isimli kokteyle biraz daha
sert olsun diye ekstra rom koymasını isteyince daha yemek bitmeden sarhoş olup
sızdık! Bu sebepten Trinidad’ın gece manzaraları artık bir sonraki seyahatimize
kaldı.
Küba’da en etkilendiğim yerlerden biri de tabii ki Santa
Clara şehrinde Che’nin anıt mezarı ve müzesi oldu. Üniversite yıllarımda
Che’nin hayatını büyük bir gıpta ile okumuştum, içimdeki gençlik ateşi onun
devrim ateşiyle iyice coşardı. Bir anda Che’ye bu kadar yakın olmak, yüreğimi
nasıl kabarttı inanın tarif bile edemiyorum. Müzeyi gezerken tüylerimin diken
diken olmasını, gözlerimden yaş süzülmesini engelleyemedim. Anıtın da bulunduğu
ve bugünlerde yabancı devlet başkanları geldiği zaman törenle karşılandıkları
meydanda yere yatıp gökyüzüne bakarak onların devrim günlerini ve
mücadelelerini gözümün önüne getirmeye çalıştım. Etkilenmemek elde değildi.
Dönüşe geçmek üzereyken kartpostal almak için bir dükkanın
önünde durduk. Bir kartın üstünde Che’nin heybetli bir heykeli vardı. Rehbere bu
heykel nerde diye sorduğumda iki blok ötede ama bizim yolumuzun üstünde değil,
geç kalırız dedi. Sanırım verdiği cevaba bozluduğum için neden gitmiyoruz diyemedim.
Ama aslan Nurseren ‘yahu bu kadar yakınına gelip görmeden dönülür mü?’ diyerek
kontrolü rehberin elinden alınca ve tüm grup da Nurseren’e destek verince, hop
5 dakika içinde heybetli Che heykelinin önünde idik.
Kucağında bir çocuk ile asker kıyafetli Che’nin heykeli
anlat anlat bitmez. Üstünde ne semboller var görmelisiniz:
Che’nin pantalonunun bir kenarında uzanmış silahlı bir insan
dağda dinlenen gerillayı, kemerinin üstünde yürüyen insan dağlarda ilerleyen
gerillaları ve Che’nin saçının içindeki insan figürü ormanda saklanan
gerillaları temsil etmekte iken; kucağındaki çocuk geleceği, çocuğun avucundaki
zincirleri kıran insan özgürlüğü simgelemek için eklenmiş heykele. Aynı
zamanda, Che’nin gömleğinin sağ cebindeki ata binmiş insan yel değirmenleriyle
savaşan Don Kişot’u, sağ omzuna tırmanan keçi gerillaların inatçılığını anlatmak
içinmiş. Ve öyle saygılılar ki insan ruhuna, heykelin ayağının kenarına her gün
taze çiçek demeti bırakılıyor; hiç aksatılmadan. Dediğim gibi, mutlaka
görülmeli.
Adayı, adaya iz bırakan kahramanlarla gezmek ayrı bir haz
veriyor insana. Bir sokaktan geçerken hissettikleriniz Hemingway kitaplarından
bir satırı size çağrıştırıyor; puro içen bir adamın gözlerindeki ışıltı size
Che’nin inançlarını hatırlatıyor, bir okul bahçesinden yükselen çocuk sesleri
Fidel’in sosyal hakları halka sağlamak için verdiği çabayı ve kararlılığı
hatırlatıyor, bir sokak müzisyeninin notaları devrim kahramanlarının adımlarına
tempo tutuyor. Buena Vista Social Club grubunun şarkılarını zaten her sokakta
duymak mümkün, öylesine gurur duyuyorlar. Küba’nın adı tüm dünyaca bilenen bu
isimlerinin yanısıra özellikle müzik alanında önemli işler yapmış ama ilgili
kitlelerce bilinen sanatçıları da var. Örneğin, violin sanatçısı Claudio Jose
Domingo Brindis de Sala (Avrupalılar onu Black Paganini =el Paganini Negro diye biliyor)
Müzik Küba’da her yerde. Sokaklarda, restoranlarda, evlerde,
okullarda.... Kendilerine özel müzik aletleri var, hediyelik eşya olarak
satılan ve en yaygını sallanarak çalınan marakas. Orjinalinin hayvan
bağırsağından yapıldığını öğrendikten sonra alete bakışım değişti ama...
Küba ile özdeşleşmiş iki ürün daha var tabii ki: Rom ve
puro, ve çeşitleri. Hani bizde ayran yapmayı bilmeyen ev yoktur ya, Küba’da da mohito,
daiquiri, pina colada, chancnachara yapmayı bilmeyen evde kalıyor! Rom birçok
farklı kokteylin içinde başrolde. Vallahi keyifli içki. Bu seyahatte puro içmeyi
deneyimlemek de keyifli oldu. Boy boy, çeşit çeşit siglolar, purolar,
cigarillolar denedik.
Tütün ürünleri iki şekilde satılıyor: Devlet kontrolundeki
tabacco isimli dükkanlardan ya da karaborsadan! Evet, yanlış duymadınız onların
deyimiyle mercado negro, yani karaborsa gayet yaygın. Sizi sevdim, o yüzden
size şu fiyata bırakırım pazarlıkları (mi amigo, mi amiga diye seslenirlerse size,
bilin ki bir çıkarları olabilir J)
, sadece bugün bu fiyat sonra bulamazsınız şeklinde satış kapama teknikleri ile
çılgın bir münazara dünyasının parçası olabilirsiniz. Purodan anlıyor olsa
idik, bizi de çekebilir miydi bu dünya diye düşünmeden edemiyorum; zira
fiyatlar çok cazip.
Eh, insanlarından bahsetmeden bu yazıyı bitiremezdim. Yüreği
sevgi ve iyilik dolu, mutlu, telaşı olmayan insanlar yaşıyor bu adada. Ne kadar
yüreği özenli insanlar olduklarını birkaç örnekle anlatayım:
Giderken adaya fazla kıyafetlerimizden götürdük. Havana’da
kaldığımız pansiyonun sahibesi Mari’nin kocası yok, tek başına oğlunu
büyütüyor. Götürdüğümüz tişörtlerin içinde oğluna uygun erkek tişörtleri de
vardı. Onları verdiğmizde öyle içten bağrna bastı ki o kıyafetleri, bir çocuk mutluluğuyla.
Ve teşekkür etmek için her sabah bize kahve yaptı. (ben de bunu fırat bilip
sürekli İspanyolca pratik yapmayı ihmal etmedim tabii) O sabah kahvelerini ve
İspanyolca sohbetleri özlüyorum.
Başka bir örnek: 2 günlük Havana dışındaki geziden döndükten
sonra bizi kapıda karşıladı Mari, yüzü sirke satıyordu. Necesito hablar
(konuşmamız lazım) dedi. Eyvah dedim, ne oldu acaba? Bize teyzesini
kaybettiğini, ertesi sabah şehir dışında cenaze olacağını, ve ancak biz kabul
edersek gidebileceğini söyledi. Çünkü evi kapatması gerekiyormuş, ama biz olmaz
dersek cenazeye gidemeyecek. Olur mu hiç öyle tabii ki biz başka yere gideriz
dedik ama gece gece ertesi gün nerden ev bulacağımızı da düşünmeye başladık. Ki
o anda bize zaten ev ayarladığını söyledi. Acaba dedim, İspanyolcam yetmiyor da
duymak istediğim şekilde mi çeviriyorum derken adresi tarif etmeye başladı. Ve ertesi
sabah bizi kendi elleriyle yeni pansiyona götürdü. Acaba burası gibi temiz
midir diye Türkçe düşünürken 2015 yılında en iyi ‘casa’ seçilmiş eve geldiğimizi
farkettik. Lokasyonu daha iyi ve aynı fiyat. Yeni ev sahibesi fırsatçılık yapıp
ne bizden ne ondan ekstra bir ödeme talep etmedi. İmece usulüyle birbirlerine
yardım ediyorlar.
Yaşlılar devirimin önemini çok iyi biliyor, ve sosyalist bir
düzenden yaşamaktan mutlular. Gençler ise meraklı, ellerindekinin dışında
dünyada olan bitene; giyilen kullanılan her şeye. O yüzden kapitalist dünya çok
hızlı bir şekilde adaya sızmaya başlamış, önü açılmış. Artık bunun önüne
durabilmek pek olası görünmüyor. Adada gezerken defalarca aslında ambargo
uygulamanın Amerika’nın bu adaya yaptığı en iyi şey olduğunu düşünmeden
edemedim. Çünkü eğer kontrol edilmezse, ada o güzelim Karayip sahilleri
sayesinde sadece bir deniz turizmi cenneti haline gelecek ve bunun dışındaki
tüm tarihi, doğal ve etnik güzellikleri, Küba’yı Küba yapan özellikleri silinip
gidecek.
Sosyal devlet düzeninde yaşadıkları için herkesin evi var. Kiraya,
elekrik, suya, eğitime ve sağlığa para ödemiyorlar. Yaşadıkları evler yüksek
tavanlı muhteşem evler, ama ne kadar muhteşem olduğunun farkında değiller. Bu
evler ellerinden alınıp yeni diye pazarlanıp toplu konut vari evlere aktarılırsa
bu insanlar daha çoğa, daha fazla çeşite ve daha yeniye ulaştıklarını düşünüp
daha mutlu olacaklarını sanarken kapitalist çarkın dişlileri arasında ezilmeye,
üzülmeye başlayacaklar.
Halk en çok parayı yemeğe harcıyor. İki tür harcama kalemi
var: Convertible (çevrilebilir) ve convertible olmayan harcamalar. Yemek
dışında hemen hemen herşey çevrilebilir durumda; mesela müzeye turist olarak
biz 10 CUC ödüyorsak onlar 10 CUP ödüyorlar (yani 24’te bir bir değer) . Ama
bir restorana gittiğinizde, yemek convertible bir harcama değil, biz 10 CUC
ödüyorsak onlar 10X24 = 240 CUP ödüyorlar. Sadece yerel halkın yemek yediği
bazı lokantalarda daha avantajlı yeme şansları var.
Bizi en çok üzen şey ise halkın bir miktar dilenci
külltürüne alıştırılmış olması oldu. Çocuklara kırtasiye malzemesi, ve çeşit
yok diye –hazır Nursero Almanya’dan gelirken- tadımlık çikolatalar getirmiştik.
Bir çocuğa hediye vermenin en güzel yanı onun gözündeki o mutluluğu ve sürpriz
ifadesini görmek. Küba’da çocuklar bu hediyeleri artık kanıksamışlar, hiç
şaşırmadan ve tabii teşekkür etmeyi unutmadan kabul ediyorlar ne verseniz. Devrimci
bir ruhtan, dilenci bir ruha doğru gidiliyor olduğunu görmek üzüntü verdi
biraz.
Gelelim, bu gezinin son sürprizine. Hani dedik ya,
insanların yürekleri sıcacık. Son gün erkenden alana gittik. Amacımız, acil
çıkış koltuklarından kapmak. Ne de olsa, Karakas’a uğrayarak İstanbul’a dönecek
uçağımızla toplam 16 saatlik bir uçuş bizi bekliyor, konforumuzu artırma
çabasındayız. Daha kontuarlar açılmadan, hatta horozlar bile ötmeden alana
vardık. Havayolunun kontuar alanında bekliyoruz, ben de son dakika İspanyolca pratik
yapma hevesindeyim. Orda gördüğümüz bir görevliye kontuarın ne zaman açılacağını
sordum. 10 dakikaya açılır dedi. Normalde olsa daha fazla konuşmam, ama
İspanyolca pratik yapacağım ya, acil çıkış koltuğu almak için erkenden geldiğimiz
söyledim. Alamazsınız dedi ve gitti, o koltuklar bu uçuşta ücretsiz
verilmiyormuş. Hadi ya diye hayıflanıyorduk ki aynı adam bir süre sonra
yanımıza geldi. Meğerse alandaki en yetkili kişi imiş, bizim kendisinin ana
dilinde iletişim kurma çabamızı kendisine yakın gördüğünden olsa gerek,
inisiyatifini kullandı ve bize o koltukları açtı. Utanmasam boynuna da
atlayacaktım ama İspanyolca teşekkür etmekle yetindik.
Derken derken, bir hafta sanki daha az bir sürede geldi
geçti.
Dönüş uçağımız Kushimoto Japon Dostluk uçağında bir yandan
yeni rotaları listeleyerek, bir yandan da Küba’ya yeniden gelebilmeyi dileyerek
uykuya dalmışız.
Fotoğraflar: instagram:mehlikababaogluFacebook.com/mehlika.babaoglu
Twitter: @mehlikababaoglu
Mehlika'cim harika bir yazı olmuş, kalemine sağlık canim sayende anılarım hep taze kalacak.
YanıtlaSilBu arada yegenim #ozgurkizLARA'nin Küba'li miniklere hediye gonderdigi bir çanta dolusu elbiseleri ile ufacık birseyden ne kadar büyük mutluluk yaşadıklarını gördükçe yaşadığımız mutluluğu anlatamam. Nurseren TOL
Mehlikam ellerine sağlık. 7 sene önce gitmiştim Küba'ya. Yazınla anılarım tazelendi.
YanıtlaSilO zaman akıl edememiştim çocuklar için yanıma kıyafet, kırtasiye almayı, gelecek sefer için not aldım. En mutlu olduğum gezilerden biriydi. Şimdi oğluş ve kocişle gitmeliyim tekrar.
Tülin Şahin Babaoğlu