Ağustos ayı için 1 haftalık bir gezi planladık. Gidiş ve dönüş
noktamız Bilbao. Her zamanki gibi bolca blog yazısı, gezi notları ve Señor
& Señora Googles’a danışarak bölgeyle ilgili
bilgileri topladım. Ama bu sefer, bu bilgilerin bir kısmını İspanyolca
kaynaklardan okudum (ve de anladım 😊)
Gezinin ana çatısı şöyle idi: Istanbul’dan Bilbao’ya uçacağız,
ilk gece Bilbao’da kalacağız. Sonrası orada yapacağımız günlük rotaya göre
belirlenecek. Geziyi planlarken ön iş olarak sadece www.goldcar.com
sitesinden arabamızı kiraladık, ilk gece için otel rezervasyonumuzu yaptık, ve
offff kaç gün kaldı diye sürekli takvime baktık.
Dedim ya, bu seyahatte azmettim, sadece İspanyolca konuşacağım
(kiralık arabayı teslim alırken bir hata olmasın diye Ingilizceye
başvurabilirim diye düşünüyorum), Nursero’ya dedim ki: ‘Hazır ol, bir şeyleri
yanlış anlayıp istediğimizden başka şeylerle karşılaşabiliriz, yoldan
sapabiliriz.’ Bizimkine tatil olsun, macera olsun umru mu? Bana uyar, dedi. Ama
rahatladım mı? Pek sayılmaz. Çünkü bir yandan, ya bölgede benim öğrendiğim
Kastilyanca değil de Baskça konuşuluyorsa diye düşünüyorum. Baskça’yı okumam
& anlamam na-mümkün. Öte yandan, ülkelerin kuzey bölgelerinde
genelde insanlar daha burnundan kıl aldırmaz tarzda oluyor, acaba
konuşurken hata yaparsam ne kadar tahammüllü olurlar diye düşünmeden de
edemiyorum.
Neyse, hem heyecandan, hem de yeni bir rotayı keşfetme merakından pat pat atan kalbimle İstanbul-Bilbao uçuşunu tamamlayıp
kendimi pasaport kontrolünün önünde buldum. Kabindeki görevli pasaportumu aldı,
bana Ingilizce ne amaçla geldiğimi sordu. Hadi dedim Mehlika, an bu an! Para
viajar dedim kendimden emin İspanyolcamla, tatile geldim yani, keşfetmeye,
ülkenizi, bölgenizi yaşamaya, Ispanyolca konuşmaya; diye ekledi tabii gözlerim.
Gayet sıcakkanlı, kocaman gülen bir gümrük memuru ile havadan sudan birkaç
cümle daha hasbihal ed(ebil)ince ah dedim tamam, gezi güzel geçecek; bu bölgede
de insanlar gayet mutlu ve yardımcı, daha da İspanyocadan başka bir dil
kullanmam. Hoşbulduk Basque halkı, bienvenidos para mi 😊
Bilbao havaalanı küçük bir yer. Kiralama firması arabayı almak
için çıkışta gidiş terminalinin dışına gelecek servis aracını beklememiz
gerektiğini yazmıştı, valizlerimizi aldıktan sonra doğruca o alana yöneldik. E
artık ilk tedirginliğim de geçti ya, beklediğimiz yer doğru mu diye sorayım
birisine dedim (bakayım o da anlıyor mu konuştuğum İspanyolcayı?😊) Evet dedi, yani sí . Anladı beni
ya, benden mutlusu yok. Artık köpürtmeye geçebilirim. Dur dedim, bi kere daha
bu sefer farklı kelimelerle başkasına sorayım aynı soruyu, maksat pratik
yapmak. E vallahi o da anladı beni, ve ben de onun cevabını. Tavan yapan
özgüvenimle başka insanlara da sorular soracaktım ki bizi ofise götürecek
servis aracı geldi, aracın şoförü ile de buldum havadan sudan konuşacak bir
şeyler, keyfim çok yerinde. Arabayı teslim alırken ama niyeyse tedbirli
davranıp Ingilizce konuştum, sanırım eksik/yanlış anlama yüzünden tatilimizi
zora sokmamayım diye düşündüm. Şimdi diyorum, bir daha sefere bu aşamayı da
Ispanyolca yapacağım. Te juro!
Şimdi şu İspanyolca hevesimi bir yana koyup yazının asıl amacına
dönük Bask bölge için ansiklopedik bilgi paylaşayım biraz:
Bask kelimesi İngilizce’de güneşin altında uzanıp/oturup ılık ve
aydınlık havanın keyfini çıkarmak demekmiş, iyi mi? 😊 Başka bir anlamı da zevk almanın
hakkını vermek. Eh bölgedeki doğa, yemek kültürü, deniz, insanlar ve hava bunu
yaşamanıza fazlasıyla destek veriyor. Hazırız her şeyin
hakkını vermeye! Estamos listos yani.
Bask bölge deyince sadece İspanya’yı düşünmememiz gerekiyor. İspanya’nın kuzey kısmının bir bölümü ile Fransa’nın bir kısmını da kapsıyor. Bask
özerk bölgenin Ispanya tarafında ana dil Baskça(Vasco/Euskera). İlginçtir, Baskça’nın
başka hiçbir dille akrabalığı yok, uzmanlara göre sadece Kafkas dili ile
benzerlikler gösteriyor. Kelimelerin yazılışı ve okunuşu Kastilyanca’dan büyük
farklılık gösteriyor. Genel kullanıma açık mekanlarda (sokaklar, park yerleri,
dükkanlar vs) isimler hem Kastilyanca (bu, benim de öğrendiğim ve Ispanya’da tüm
bölgelerde kullanılan resmi dil) hem de Baskça yazılıyor. (İngilizce çok az
yerde var) Açıkçası bölgeye gelirken en büyük tedirginliğim,
eğer halk Kastilyanca konuşmazsa ne yaparım idi. Allahtan böyle bir şeyle
karşılaşmadım. 2016 yılı kayıtlarına göre Bask bölgede Baskça konuşan kişi
sayısı sadece 750.000. Pasif kullanıcıların sayısı ise bundan çok daha fazla.
Geziyi planlarken Bask bölgenin
Fransa kısmına da geçmeyi hedeflemiştik, ama sonra gördük ki 1 hafta sadece
Ispanya kısmı için bile yetmeyecek. O yüzden bu kısmı ikinci geziye bıraktık.
Bask bölgenin alameti farikaları: Başına buyruk dili, kar amacı
gütmeyen ve her yıl Eylül ayında kutlanan ve UNESCO’nun maddi olmayan kültürel
miras kapsamında korumaya aldığı festivali (Franco döneminde kültürlerini yok
etmeye yönelik diktatörlüğe direniş anısına yapılan bu festivale biz denk
gelemedik malesef), leziz Bask şaraplarına can veren üzümleri ve bağları,
tertemiz ve gayet geniş kumsalları ve denizi, ve tabii Bask mutfağı.
Dönelim arabayı aldıktan sonra gezimizin ilk anlarına:
Navigasyonla ilk gece için ayarladığımız otelimize gittik,
girişimizi yaptık, akşamüstü saatlerini yaşamaya başlamıştık. İlk akşam için
hedefimiz Bilbao’ya 15-20 dakika mesafedeki bir sahil kasabası olan Getxo’ya
gitmekti. Asma köprüsü Unesco Dünya koruması kapsamında 2006 yılında
tasarlanmış bu sahil kasabasına ulaştığımızda güneş batmak üzere idi. Bu sayede
Biskay Körfezi’nden güneşin batışını uzun kumsalı ve köprüsünden yürüyerek
izleyebildik. Getxo kumsalları Avrupa Birliğinin mavi bayrağı ile
ödüllendirilmiş. Sahilin sonu bizi eski liman kapısına ulaştırdı (Puerto Viaje)
Zenterra merdivenlerinden çıkarak (yürümek istemeyenler için
asansör/teleferik karışımı bir seçenek de var) şehrin kalbine daldık. Ama sanki
sehir de bizim kalbimize daldı. Dar, sevimli, ve bir labirenti andıran
sokakları, ağaç altında oturabileceğiniz ve bir seyler yiyip içebileceğiniz
alanları ile sakin ve keyifli bir kasaba keşfettik ilk akşam. Kısmen bir
Ortaçağ kasabası, kısmen mitolojik zamanlardan kalmış tanrısal bir yerleşim
yeri Getxo. İlk akşam yemeğimizde bir ağaç altında, bölgeye özgü pintxoslardan
deneyerek(burada tapas’ın adı bu), ve kırmızı şarap kadehlerimizi gökyüzüne
kaldırarak salud dedik.
Otele döndüğümüzde otelin park yeri dolmuştu. Yol kenarına
arabayı bırakabilirdik, güvenli görünüyordu. Okuduklarımdan hatalı parktan
dolayı 60 Euro’ya kadar bir ceza yiyebileceğimiz bilgisi aklımda kalmıştı. Öyle
olunca içime bir kurt düştü. Ayrıca, her firsatta İspanyolca konuşmaya
çalışıyorum ya, gidip resepsiyondaki görevliye sordum, nereye parkedelim diye.
Onun verdiği bilgiyle yan yola arabamızı bırakıp odamıza çekildik.
Arabayı Goldcar’dan kiraladık. İlk defa bu firmayı kullanıyoruz.
Madrid elçiliğimizde çalışan arkadaşım Ersel’in tavsiyesi idi bu firma (her
İspanya seyahati öncesi onu soru bombardımanına tutuyorum :)) Yurtdışında araba
kiraladığımız zaman kaskoyu her şeyi kapsayacak sekilde yaptırıyoruz. Belki
kiralama ücretinden daha fazla sigorta masrafı oluyor ama sayılı gün gittiğimiz
gezide herhangi bir aksaklıkta tamamen güvence altında olduğunu bilmek tatilin
konforunu artırıyor. Biz www.goldcar.com sitesinden gayet memnun
kaldık. Tek olumsuz geri bildirimimiz, başta 90 Euro depozito kestik denildiği
halde 75 Euro iade edilmiş olması. Hatalı bilgi verilmiş diye açıklama
yaptılar, bundan sonraki kiralamalarımda bu konuyu daha fazla didikleyeceğim,
alın İspanyolca pratik için bir sebep daha 😊
Gece uyumadan önce haftalık hava durumunu kontrol ettik. Bu sayede
önce iç kısımda yol alıp Rioja bölgeyi de biraz soluklayıp sonra havaların
biraz daha ısındığı günlerde Fransa sınırından sahile çıkıp sahil boyu gezerek
yeniden Bilbao’ya dönecek şekilde bir halka rota yapmaya karar vedik.
Ertesi sabah uyanır uyanmaz arabamızı alıp navigasyona
Santander’i isaretleyip yola çıktık. Ilk gün rotamız Santander-Santillana
del Mar-Comillas-Burgos idi.
2 Kafa-dar’ların gezilerinin vazgeçilmezi navigasyonumuz Tomtom
bu gezide su koydu, ömür boyu diye aldığım Tomtom’un ömrünün aslında 10 yıl
olduğu uyarısı ile karşılaştık ilk günde. Sadece 100 kilometre kadar daha
destek verebileceği mesajıyla bizi bir anda üzdü, onsuz tatile hazır değiliz,
onla çok maceramız var. Allahtan gezinin seyrini bozabilecek durumlara karşı
tedbirli olduğumuzdan her ikimizin de telefonlarında hem Sygic hem de MapsMe
navigasyonları da yüklü idi. Araba ile yol yapacak kişilere farklı
navigasyonları önceden telefonlarına haritaları ile yüklemelerini tavsiye
ediyorum. Zaman zaman başka bir bilene danışmak gerekiyor. Bu gezide bolca
Sygic’ten destek aldık. Tomtom yine de cok kilit anlarda, Sygic’in hata verdiği
durumlarda imdadımıza yetişti. Geziden döner dönmez Tomtom’la ömür boyu yaşamak
istediğimi bildirdim zaten firmasına.
Bu bölgeyi gezeceklere bir başka tavsiyem de indirilecek
haritalarla ilgili: Bazı uygulamalarda (mesela Sygic) size bir ülkeyi bölge
bölge indirtiyor. Biz de Bask bölge gezeceğiz diye gelmeden önce sadece Bask
Bölge haritasını yüklemiştik, oysa bölgede alt bölgeler varmış. Bask bölge
deyince sadece Bilbao ve yakın çevresini yüklemiş. Sonradan indirdiğimiz alt
bölge haritalarından bazıları ise şöyle: Asturias(Oviedo),
Cantabria(Santander), Castilla-La Mancha, Kastilya ve Leon(Valladolid), La
Rioja(Logrono) ve Murcia bölgesi haritaları. Tabii daha gezinin ilk gününde
navigasyondan bu eksik yükleme ile yardım alamayacağımızı anlayınca durup durup
başka haritalar yüklemek zorunda kaldık, biraz vakit ve motivasyon kaybettik.
Allah’tan bölgede adının anlamına yakışır şekilde moralinizi yükseltecek
çok sebep var. Comillas-Burgos arasında küçük bir kasabada mola verip bir barda
birer kadeh kırmızı şarap eşliğinde birkaç Pintxos (pinçoz diye okunuyor)
yiyince kendimize geldik.
Nedir Pintxos? Topraklarının büyük bir kısmı İspanya'da, diğer bir kısmı da Fransa'da bulunan Bask Özerk Bölgesi, her ne kadar bu iki ülkeden ilham alsa da bambaşka bir mutfak kültürüne sahip. İspanya'nın en leziz İspanyol atıştırmalıklarından biri olan tapas bu bölgede özerkliğini korumak için baş kaldırmış ve pintxos adını almış, çeşit ve lezzet ile de diğer bölgelere adeta meydan okuyor. Ekmek üstü atıştırmalık diye kabaca tarif edebileceğimiz pintxoslar çeşit çeşit ve son derece taze, mevsimlik ve gurmelere layık servis ediliyor. 1 haftalık seyahati şarap ve pintxos deneyerek geçirdik desem yalan olmaz. Yine de dene(ye)mediğimiz bir sürü pintxos bıraktık arkamızda.
Pintxos-hopping diye bir aktivite var bu bölgede. Bir bara (ayaküstü lokantalara bar deniyor) gir, birkaç çeşit pintxos ye, şarabını iç, hadi hooop ordan başka bir mekana. Bu sayede bulunduğunuz şehirdeki bir çok barı ve pintxoslarını deneyimleyebiliyorsunuz. Bu bilgiyi öğrenir öğrenmez hemen Haluk (Mesci) Hocam'la paylaştım. Yıllarca İstanbul ve özellikle Beyoğlu bölgesindeki barları, bar-hopping adıyla, belli bir rota ile gezdirdi bize. Hop hop, altın top!
Nedir Pintxos? Topraklarının büyük bir kısmı İspanya'da, diğer bir kısmı da Fransa'da bulunan Bask Özerk Bölgesi, her ne kadar bu iki ülkeden ilham alsa da bambaşka bir mutfak kültürüne sahip. İspanya'nın en leziz İspanyol atıştırmalıklarından biri olan tapas bu bölgede özerkliğini korumak için baş kaldırmış ve pintxos adını almış, çeşit ve lezzet ile de diğer bölgelere adeta meydan okuyor. Ekmek üstü atıştırmalık diye kabaca tarif edebileceğimiz pintxoslar çeşit çeşit ve son derece taze, mevsimlik ve gurmelere layık servis ediliyor. 1 haftalık seyahati şarap ve pintxos deneyerek geçirdik desem yalan olmaz. Yine de dene(ye)mediğimiz bir sürü pintxos bıraktık arkamızda.
Pintxos-hopping diye bir aktivite var bu bölgede. Bir bara (ayaküstü lokantalara bar deniyor) gir, birkaç çeşit pintxos ye, şarabını iç, hadi hooop ordan başka bir mekana. Bu sayede bulunduğunuz şehirdeki bir çok barı ve pintxoslarını deneyimleyebiliyorsunuz. Bu bilgiyi öğrenir öğrenmez hemen Haluk (Mesci) Hocam'la paylaştım. Yıllarca İstanbul ve özellikle Beyoğlu bölgesindeki barları, bar-hopping adıyla, belli bir rota ile gezdirdi bize. Hop hop, altın top!
Ertesi gün hedefte La Rioja bölgesi vardı.
Gördüğümüz/durduğumuz şehirler/yerler sırasıyla: Burgos-La Rioja-Vivanco
şarap müzesi-Samaniego köyü-Leza-Logrono-Carcar-Callahorra idi.
Burgos’tan La Rioja’ya doğru yol alırken Briones isimli
bir Ortaçağ kasabası görüp hadi bir girip çıkalım deyince önümüze başka gezi
yazılarından da okuduğum Vivanco şarap müzesi çıktı. Eh şarap bölgesindeyiz,
bir soluklanalım dedik. Müzenin içini değil ama bahçesindeki üzüm çeşitlerini
ve soyağaçlarını okuduk öğrendik. Buna göre bölgede üretilen belli başlı üzümler:
Vitaceas familyasının, Vitis soyundan olup, Euvitis alt soyundan gelen 3 ana
gruptan biri olan Euro-asiatico’nun Vitis vinifera çeşidinden 4 adet varyete
olan Tempranillo, Garnacha, Merlot ve Pinot Noir. Nasıl
calışmışım ama? 😊 Aman gözünüz korkmasın
bu kadar isim nasıl aklınızda kalacak diye. Bu bilginin pratik hali şu:
Bölgedeki üzümlerin hepsi çok lezzetli, gözü kapalı her şarabı için, keyif
alacaksınız, sonuçta keyif almak anlamına gelen Bask bölgedeyiz; di mi ama? 😊
Bağlık bölgede olduğumuzu her daim hatırlatan sağlı solu
alabildiğince bağlar eşliğinde yol yaptık o gün. Ilk göze çarpan şey bağların
hepsinin müthiş bakımlı olduğuydu. Ağustos sonu Türkiye’de birçok bölgede bağ
bozumu tamamlandı ama burda üzümler yeni yeni büyüyor. Iklimsel olarak (diğer
meyve ve yemişlerde de bunu gözlemledik), bizden 1 ay kadar geriden geliyorlar.
O köy senin, bu manzara benim geze geze ve tabii arada şarap içip pintxos yiye
yiye gece konaklayacağımız Carcar kasabasına ve otelimize ulaştık. Bir Bodega
(şaraphane) görelim dedik, otelde resepsiyondaki arkadaştan öneri ve yardım
istedik ancak o gün için geç kalmışız, bodegalar kapanmış. Biz de hem
konuştuğumuz bodeganın sahibinin hem de resepsiyondaki arkadaşın önerdiği
Callahorra kasabasına gittik. Çok etkilendik diyemem ama yine de şehri gezip,
kalesini ziyaret edip pintoxlarımızı ve şarabımızı açık havada canlı müzik
eşliğinde yiyerek günü keyifle tamamladık.
Callahora’da gezerken katedrale giden yolu bir amcaya sordum.
Sorarken ‘el’ catedral diye kullandım artikeli. Yaşlı amca anlamadı, kulakları
belki zor duyuyordur diye daha yüksek bir sesle yineledim. Yine anlamadı. Hani
ibadet yeri, büyük bina vs diye açıklama yaparken ‘haaaa la
cathedral’ diye düzeltti beni. Altı üstü artikel hatası yaptım amca, o kadar
cümle kurdum bir artikel için mi kalbimi kırıyorsun diyesim geldi. Şakası bir
yana el yerine la, la yerine el diye yanlış kullanınca karşı tarafta nasıl bir
anlam farkı oluşuyor, merak ediyorum. Dili bu şekilde kullanma/anlama
seviyesine ne zaman gelirim ki?
Ertesi sabah, mutlaka görün diye önerilen ve internetteki
fotoğraflarından da bizi de cezbeden ortaçağ kasabası Olite’te kahvaltı
yapmayı hedeflediğimiz için daha saat 7.00 olmadan teker çevirdik. Carcar’dan
Olite’e gidiş yolu sağlı sollu çok yoğun bağ manzaraları ile doluydu. Güne
güzel başlamamızı sağladı. Sabahın erken saatlerinde bağlar nasıl sulanıyor onu
da görebildik. Yaklaşık 1.5 saat keyifli bir yolculuk sonrası Olite’e ulaştık.
Labirent şeklinde kurulmuş, her ara yolu ana meydanına çıkan şirin bir Ortaçağ
köyü. Eski şehrin kapısından girdikten sonra adeta bir masal şehrine
giriyorsunuz. Sarayı ve kuleleri bu masalsı hissi destekler nitelikte. Olite
kasabasını okuduğum bloglarda öneri olarak görmemiştim, yerel halktan tavsiye
almanın faydasını görmüş olduk. Şehrin dar yollarından birinde bizi
kokusuyla cezbeden bir pastaneye kahvaltı yapmak için girdik. Kahvemizi içip
gözümüze kestirdiğimiz unlu mamülleri yerken bir sepetin üstünde ‘Bolloz de leche
(boyoz de leçe diye okunuyor)’ yazısını gördüm, yani sütlü boyoz. (ispanyolcada
2 ‘l’ harfi yanyana gelince ‘y’ diye okunuyor) Aaa dedim bizim Izmir’in
boyozunun ismi burdan geliyormuş demek ki. Meğersem boyoz börek demekmiş. Bize
gelmesi de Ispanya’dan göçen Sefarad yahudileri sayesinde. Dünya küçük işte,
seyahat ve göçle daha da hızlı küçülüyor sanki, ne dersiniz?
Birilerine bir şehir sorarken ben hep şehir kelimesini
kullanıyorum, yani ciudad diyorum. Ama eğer sorduğum yer anca bir köy ya da
kasaba büyüklüğünde ise yanlış söylüyorsun, oraya şehir denir mi köy/kasaba
orası; yani pueblo diye hemen beni düzeltiyorlar.
İspanyolca iletişim kurmaya çalışmanın bu gezide bize şöyle de
bir faydası oldu: Zorlandığım ya da zaman telaşı yaşadığım anlarda (arkamda
birileri beklerken vs) İngilizceye dönmeye meyilim oldu, ama halkın İngilizce
bilme oranı düşük. O yüzden aslında mecbur kaldığım için de zorlamış oldum
kendimi. Ve bu sayede güzel yerler/sürprizler öğrenip görüp yaşayabildik. Me
gusta hablar espanol!
Tam da yeri gelmişken bölgenin insanlarına övgü ve
teşekkürlerimizi de dile getireyim. İnsanlar yardımcı, çözüm odaklı ve hep
güleryüzlüler. Yardıma ihtiyacınız olduğunu anladıkları anda siz daha talep
etmeden nasıl yardımcı olabilirim size diye yaklaşıyorlar. İspanya’yı ve İspanyolca
konuşmayı sevmemin, sebeplerinden biri kesinlikle bu.
Bölgede keşfedilecek çok Ortaçağ kasabası/köyü var. Bulduğunuz
gezi yazılarını okuyun, ama sürprizlere ve yeni keşiflere hep açık olun. Her
şey bu yol nereye gider ki diye merak edip bir direksiyon kırmaya bakıyor.
Olite’ten sonra hedef artık bölgenin en kuzey kısmı olan sahil
şeridi idi. Seyahat süremiz ancak İspanya kısmının tadına bakacak kadar
olduğundan Bask bölgenin Fransa kısmını başka bir geziye bırakmıştık. Fransa’ya
sınırın İspanya tarafındaki Hondarribia kasabası kadar yaklaşabildik bu
gezide. Kıyı bölgeye doğru yaklaşırken doğa değişti, yoğun bağ manzaraları
yerini yoğun yeşil dağ yollarına bıraktı. Böylesi dağ yollarında araba
kullanmanın keyfi de bir başka oluyor.
Fransa 1 km yazdıktan sonraki heyecanımı size anlatamam.
Arabanın sigortası Fransa’yı kapsamıyordu, ilginç bir şekilde sigorta sadece
Ispanya sınırları içinde geçerli idi. Fransa tarafına geçmeyeceğimiz için de ek
sigorta yaptırmamıştık. Fransa 1 km tabelasını gördükten hemen sonra navigasyon
bizi sanki sınır gececekmişiz gibi ucunda gişelerin olduğu yola soktu. Tabii
anlık bir heyecan sardı bizi. Geri dönüşü olmayan bir yoldayız ve Fransa’ya
ramak kaldı! Neyse ki köprüden önce son çıkış misali sağa ayrılan yolu gördük de
heyecanımız hemen yatıştı. Yine de tam sakinleşmek için bir an önce
Hondarribia’ya varıp bir kadeh bir şey içmeli, bir kaç Pintxos yemeliyiz 😊
Şehre girer girmez Fransız etkisini ilk önce mimaride
görüyorsunuz. Evlerin çatıları, tasarımları aslında bir Fransız kasabası
izlenimi yaratıyor. Şansımız her zamanki gibi yaver gitti, şehrin merkezinde
bir park yeri bulduk ve bir asansör ile eski şehir meydanına çıktık. İnternette bolca fotoğrafını görebileceğiniz meşhur Plaza de Armas meydanında
şehrin alameti farikasi heykelin fotoğrafını çektikten sonra dar yollardan
şehri keşfede keşfede deniz kenarına indik. Fransa sınırında olduğumuzu
hatırlatan bir diğer ayrıntı da nerdeyse tüm tabelalarda Baskça, Kastilyanca
açıklamaların yanına Fransızca da eklenmiş olması idi. Limanda Biskay
Körfezi’ne bakarak bir Cava (İspanyol şampanyası) yudumladık ki hangi ülkede
olduğumuzu karıştırmayalım.
Bu arada, Fransızların Bask bölgenin İspanya kısmında bağcılığın
gelişmesine katkıları çok olmuş tarih boyunca. Haro isimli şehre, mesela, elektriği ilk defa Fransızlar getirmiş. Bu sebepten özellikle de kıyı şeridinde
Fransızca bilen sayısı da bir hayli çok.
Hondarribia’yı gezdikten sonra hedefte meşhur San Sebastian
şehri vardı. Öğleden sonrayı San Sebastian şehrine ve okyanus keyfine
ayırmıştık. Akşam da zaten burada konaklayacaktık. Bu arada, konaklama için
hemen bir parantez açayım: Biz gezilerimizde rotamızı önceden belirlemiş olsak
da son anda gördüklerimizde programı değiştirebilmeyi tercih ettiğimiz için ilk
gece ve son gece konaklama dışında arada kalan günleri hep gezi sırasında
ayarlıyoruz. O yüzden www.booking.com ve www.airbnb.com uygulamalarını
da telefonumuzda hazır tutuyoruz. Bu da bir 2 Kafa-dar gezi geleneği :)
San Sebastian, bölgenin ve Atlantik
okyanusundaki Biskay körfezinin en meşhur şehirlerinden birisi ve belki de en
turistik olanı. Şehirde ayrı bir cazibe var. Vahşi, asi ve bir o kadar da
çekici bir havası var. Kıyı boyu binalar ilginç bir şekilde okyanusla
bütünleşmiş şekilde. Sahil boyu dalgakıran görevi gören kocaman taşların
yarattığı manzara görülmeye değer. Açıkçası havanın da daha vahşi olduğu
sonbahar ve kış aylarında bu şehri bir kez daha görebilmeyi diledim gezerken.
Gelmişken şehrin meşhur yarım ay şeklindeki Concha (Konça diye
okunuyor) sahillerinde bir yarım gün okyanus keyfi de yapmak istedik. Concha
sahillerinde aslında 3 ayrı plaj var. Bunlardan 1 tanesi sörf yapmak isteyenler
icin ayrılmış. Biz sörf yapmadık, ama yapanları izlemesi de çok keyifli oldu.
Plajlar çok uzun değil ama sahilin kum kısmı çok geniş ve ince kum sayesinde
oturması keyifli. Bu bölgede plajlar hep böyle. O yüzden de içkinizi,
kitabınızı alıp sahilde piknik yapmak, güneşi batırmak çok keyifli oluyor.
Plajda daha önceden aldığımız ekmek, jamon, peynir ve domates
eşliğinde piknik de yaptık. Gün batarken artık toparlanmış, sahili yürüyerek
şehrin merkezine ulaşmıştık. Tabii, şehre gelmişken adıyla özdeşleşmiş
cheesecake’inden (la torta de queso) yemeden dönemezdik. Ama en iyisi nerede
idi ki? Notlar almıştık ama yanımızda değildi. Eh dedik bir bilene soralım,
nasılsa İspanyolcamız var 😊 Harika kokular yayan bir çikolata
dükkanından içeri daldık, niyeyse en iyisini o müthiş çikolata kokularını yayan
dükkan sahibi kadın bilir diye düşündük. Kadıncağız hiç cheesecake sevmediğini
o yüzden de bilmediğini söyledi. Eh dedik, karşı dükkana soralım. Dükkanın
sahibi adam ağzımızdan sular akarak sorunca hemen havaya girdi, en iyisi için
çok yakındasınız dedi. La Viña (vinya diye okunuyor) diye bir mekan tarif etti.
Hatta diyorum ya, bölge insanı çok yardımsever diye, belki ihtiyacımız olur
diye lezzetli bir pintxos mekanı da önerdi fazladan. La Viña ile tanışmamız bu
şekilde oldu. Dükkanı bulduğumuzda saat 19.00 suları idi. Ve daha açılmasına
yarım saat vardı. Oysa ki dükkanda yemek yemek isteyenler çoktan kuyruk yapmışlardı
sokakta.
La Viña küçücük ve sirkülasyonu çok yüksek bir mekan. İç kısım iki
bölümden oluşuyor. Ön kısım pintxos ya da San Sebastian cheesecake yiyip bir
şeyler içmek için daha bar havasında, arka kısım ise 5-6 masası olan adamakıllı
bir restoran. Ön kısım hep ağzına kadar dolu idi. Abartmıyorum, her 5 dakikada
bir fırından her biri 8-10 porsiyonluk mis gibi kokan ve görüntüsüyle bizi
cezbeden 2-3 adet cheecasecake (la torta de queso) çıktı. Şanslı idik, mekana
girdiğimiz an itibariyle mutfağa yakın 4 kişilik masada yer bulduk. Ama tabii 4
kişilik bir masada 2 kişi oturmak büyük lüks olurdu. Iki yaşlı teyze oturdu
masamıza, izin isteyerek. Biz spor kıyafetli ve bütün gün gezmekten, sahilde
yediğimiz rüzgardan gayet dağınık bir halde idik. Onlar ise yaşadıkları yılları
gösteren yüz çizgilerinden duydukları gururu herkese göstermek istercesine
renkli makyajları, özenli giysileri, kolye, küpe, yüzük vs eksiksiz takıları
ile ışıldıyorlardı. Ve tabii gözlerinin içi gülüyordu. Bu sayede önce
gözlerimizle sonra sözlerimizle sohbete başladık. Biri 89, diğeri 91 yaşında
iki arkadaşlarmış. Çocuklarını büyütmüş evlendirmişler, ikisinin de torunları
varmış. Her hafta mutlaka birlikte bir yere yemeğe giderlermiş. Biz sordukca,
onlar anlattıkça merakımız iyice arttı hayatlarına. Bir ara kendi
aralarında Baskça konuşup konuşmadıklarını sordum. (Franco döneminde sadece
Ingilizce gibi yabancı diller değil ülkede Kastilyanca dışında konuşulan tüm
dillerin yasaklandığını biliyordum, ama o nesil Baskça biliyor ve kullanıyor
olmalı diye düşünüyordum) Günlük hayatta Kastilyanca konuştuklarını, Baskçanın
zor olduğunu söylediler. Okulda ne öğretiliyor günümüzde diye sordum, ay sormaz
olaydım! İki teyze, iki ayrı bilgi söyledi. Biri dedi ki okullarda haftada 1
gün öğretiliyor, diğeri hemen itiraz etti, hayır her gün öğretiliyor diye. Aman
Allahım nasıl bir tartışma başladı aralarında görmeniz lazımdı! Bir yandan
gülmekten kendimizi alamıyoruz, bir yandan da hem dostluklarına hem
sağlıklarına zarar verecekler endişesi yaşıyorduk. Keşke dilim dönmeseydi de İspanyolcaya, soramasaydım!! Bir süre tartıştılar, sonunda ikisi de kendi
bilgilerinin en doğrusu olduğunu söyleyip konuyu kapattılar ve bir anda yeniden
canciğer dost sohbetine başladılar 😊 Şimdi bu sahneyi hatırladıkça, yaşlı halime merakım ve
100 yaşımı görme hevesim iyice kabarıyor.
Diyeceğim o ki, yolunuz San Sebastian’a düşerse San Sebastian
cheesecake yemek için en doğru adres La Viña, hem ortam keyifli hem tatlılar
bir harika. Bizim teyzeleri de görürseniz keyfiniz katlanır, bizden söylemesi.
Bu lezzetli(!) sohbetten sonra şehrin ara sokaklarını biraz daha
keşfettik, iyice uykumuz gelince de arabamızı almak için otoparka gittik. Bask
bölgede otopark tarifeleri çok ilginç. Dakikasına ücret ödüyorsunuz. Hani sanki
bu bölgede bir dakikanızı bile boşa geçirmeyin, her dakikanın hakkını verin
dercesine mesaj veriyor. Aslında hayat da böyle yaşanmalı be! Me gusta España,
verdiğin mesajlar için hatta me encanta!
Güzel geçen bu günün rotası: Carcar-Olite-Hondarribia-San
Sebastian idi.
Bir sonraki gün sabah erkenden San Sebastian’a veda edip Lekeitio
isimli bir başka sahil kasabasına doğru yola çıktık. Biz gezilerimizde genelde
otobanlardan kaçınıyoruz, köy ve dağ yolları her zaman tercihimiz oluyor.
Böylece hem keyifli bir doğa hem de daha fazla şehir/köy/kasaba görme şansımız
oluyor.
San Sebastian-Lekeitiko arası altı üstü 60 km ama dağ
yollarından gittiğimiz ve hız sınırına dikkat ettiğimiz için yaklaşık 2 saat
sürdü. Ve o 2 saat nasıl geçti hiç anlamadık. Harika bir dağ yolu ve manzara
eşliğinde yol aldık. Motorla yapmak isteyeceğiniz bir rota burası. Manzarayı,
yeşili, kıvrımlı yolları, ve mis gibi havayı içime çekerken Kazdağları geldi
aklıma ve önce gözüm doldu sonra da ülkemdeki cennet Kazdağlarını çorak
topraklara çevirme heveslisi kişi, kurum ve ülkelere bir sürü saydırdım. Yol
boyu tüm ağaçlar şahidimdir!
Lekeitiko tarih boyunca korsanlara, balıkçılara ve denizcilere
liman olmuş bir sahil kasabası ve Cittaslow (yavaş şehir) etiketli. Hepsinden izler var sokaklarında ve limanında.
8. ve 12. yüzyıllar arasında balina avcılarının ticaret noktası olmuş, ve
Nordik ülkeleri ile kurulan ticaret ağları sayesinde finansal olarak
zenginleşmiş. Tabii, bu durum korsanların da bu bölgeye/şehre ilgi duymalarına
sebep olmuş. 19. yüzyıl itibari ile serbest ticaretin kısıtlanması, gümrük
yükümlülüklerinin başlaması ile ticari gelir olumsuz etkilenmiş. Günümüzde
balıkçılık kendi karnını doyurmaya yönelik sadece. Spor aktiviteleri ve
gastronomi turizmi şehrin ana gelir kaynakları.
Lekeitiko’dan sonra yine dağ yollarından geçerek başka bir sahil
kasabası Mundaka’ya vardık. Şansımıza tam da o gün ve o saatlerde yerel ürünler
festivali yapılıyordu. Sahilde yöresel kıyafetler giymiş dev gibi cambazlar, ve
müzik eşliğinde halkla birlikte festivalin parçası olduk. Tezgahlardan
birer beyaz sarap kapıp birkac pintxos ile de tatlandırıp Biskay körfezine
bakarak keyif yaptık.
Bundan sonraki durak Guernica (Gernika diye okunuyor) idi. Şehrin pek bir esprisi yok ama tarihsel önemi olduğu için bu kadar yakınına
gelmişken görmeden gitmek olmazdı. Yıl: 1937. Yer: İspanya’nın Guernica
kasabası. Franco, Nazi ve faşist İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarını Guernica
üzerinde test etmesi için izin vermiş ve bombardıman başlamış. Bombardıman
sonrası kasabada büyük bir katliam yaşanmış, o güne kadar görülmemiş
şiddette olan bombalamalar Guernica'yı yerle bir etmiş. O
dönemde Bask Hükümeti'nden yapılan açıklamaya göre ölü sayısı en az 1.654,
yaralı sayısı ise 889. Bu vahşet İspanya’nın tarihinde kara bir leke olarak
sonsuza kadar kalacak. Picasso’nun en politik eseri olarak adlandırılan ünlü
Guernica tablosu da bu vahşeti insanoğluna sürekli hatırlatması için Madrid’de
Renia Sofia Müzesinde sergileniyor.
Tablo ile ilgili bir anektod:
Katıldığı
bir sergide Alman bir general Picasso’ya yaklaşır ve sorar:
''Bu tabloyu siz mi yaptınız?''
Picasso da:
''Hayır,’’ der, ‘’siz yaptınız.''
''Bu tabloyu siz mi yaptınız?''
Picasso da:
''Hayır,’’ der, ‘’siz yaptınız.''
Guernika’dan sonra rotamızda UNESCO korumasında olan Gaztelugatxe
vardı. O bölgeye gidip de bu doğa harikası yeri görmeden dönmeyin.
San Juan de Gaztelugatxe adasını ilk gördüğümde bir film setine
girdiğimi düşündüm. Sonradan öğreniyorum ki Games of Throne dizisinin bazı
sahnelerine doğal set olmuş zaten.
Kelime anlamı ‘Kaya Kalesi ya da Kayaların üstündeki Kale’.
Gaztelu: kale, aitz: kaya anlamina geliyor. Ada ve doğal olarak kale anakaraya
insan yapımı bir taş köprü ile bağlanıyor. Önce 79 metre yükseklikten deniz
seviyesine bir rampa yoldan iniyorsunuz, sonra taş köprüyü geçiyorsunuz ve 241
basamak çıkarak kalenin merkezine ulaşıyorsunuz. Efsaneye göre kaleye ulaş(abil)ip
de çanı 3 kere çalabilenin dileği yerine geliyormuş.
Tarihte, San Juan de Gaztelugatxe, İspanyol engizisyonunun
verdiği kararlarla ölüme mahkum edilen kişilerin infazının yapıldığı ve infaza
kadar bekletildiği bir yer olarak da kullanılmış.
Tabii, 9. yüzyıldan günümüze gelen bu doğa harikası yer
beraberinde bir çok efsaneyi de günümüze taşımış. Deniz seviyesine doğru
inerken patika yolun bir noktasında görebileceğiniz mavi taşlardan oluşmuş
‘bluestone’ çakıl mozaik, rengini denizden alırken denizcileri unutmamamız için
yapılmış deniyor.
Deniz altında rengarenk resiflerin de bulunduğu Gaztelugatxe’yi
bu bölgeyi keşfetmeye giderken mutlaka ziyaret listenize ekleyin.
Gaztelugatxe’de büyülendikten sonra arabamıza döndüğümüzde gün
içinde fazla bir şey yemediğimizi ve kurt gibi acıktığımızı farkettik. Baktık
az ilerde bir sahil kasabası görünüyor (tepede olmanın faydaları, görüş açısı
muhteşem 😊), hadi dedik orda bir pintxos bar buluruz nasılsa. Bakio
şehriyle böyle tanıştık. Şehrin girişindeki halka açık park yerine arabamızı
bıraktık ve hemen ilk gözümüze çarpan bara daldık. Geniş kum sahillerin
kenarındaki bardan pintxoslarımızı seçip, daha önce aldığımız şarabı da bardaki
arkadaşa açtırınca piknik sepetimiz hazır oluverdi. Çıplak ayaklarımızla
kumsala yürüyüp bir kez daha Biskay Körfezine kadeh kaldırarak yemeğimizi
yedik, güneşi batırdık. Park yerine gitmeden de başka bir bara girip bir kahve
içtik.
Eh, hadi dedik gidip yatalım, nerdeyse gece oldu. Kalacağımız
yer yaklasik 20 km mesafede. Otoparka gelince farkettik ki bu otopark paralı
imiş, ve biz otomatı görmemişiz. Ceza kağıdı camımıza iliştirilmiş. Eh dedik
n'apalım, otomatı bulduk ama nasıl çalıştığını anlamak mümkün değil. Nursero’nun
da Türklük damarı kabarmış, boşver gidelim diyip duruyor. Olur mu hiç öyle şey?
Hem ayıp hem de ceza plakaya geldiği için kiralama şirketi bizden onu
fazlasıyla alır. Kahve içtiğimiz barda çalışan çocukla biraz sohbet etmiştim,
dur dedim, gidip ona danışalım. Bara gittim, adama sordum, bana makinanın yan
tarafında bir delik var oraya bu kağıdı sokun, ceza ödeme ekranı önünüze
çıkacak dedi. Şu an çok müşterim var, siz bir deneyin, yapmazsanız tekrar gelin
beraber gideriz diye de ekledi. Makinanın başına gittik, hava zifiri karanlık
ama telefonun feneri sayesinde yanda kağıt sokulacak kısmı bulduk. Veeeee
cidden ekranda ceza ödeme ekranı açıldı. Aşamaları takip ediyoruz ama tam kredi
kartı sokup ödeyeceğiz, makina devam etmiyor. O arada yanımıza bir çift
yanaştı, dediler ki makina kapandı, yarın sabah açılır. Nursero da hadi gidelim
diye Türklük yapmaya devam ediyor. Bense, yooo bardaki çocuk bana
yapabilirsiniz dedi diye İspanyolcama ve İspanyollara güvenmek istiyorum. Ya
bir de metal para ile ödemeyi deneyelim dedik. Ama 10 euroluk madeni paramız
yok yanımızda. Nursero, Türklüğü bir kenara bırakıp ekip ruhunu öne çıkaran
şapkasını taktı ve bir koşu bara gidip çocuğa -olmayan İspanyolcası ile - kağıt
para verip madeni para almak istediğini anlatmış. Bardaki çocuk Nursero’nun
benim arkadaşım olduğunu anlamış, vermiş ihtiyaç kadar metal parayı, bizimki
bir koşu geldi. Yine para ödeme aşamasına kadar geldik, bu sefer de metal para takılıyor
makinanın içine girmiyor. Allahım bu bir kabus mu? Tam da bu sırada gökten
zembille inmiş gibi bir kadın yanaştı yanımıza, nasıl yardım edebilirim diye
sordu gayet sakin bir tavırla. Para girmiyor diye anlattık. Kadın birkaç saniye
makinayı kurcaladı ve aynı sakinlikle sakin ‘aaaa’, dedi, ‘çekirdek girmiş para
atılan bölüme!’ Ve sanki buna hazırmış gibi cebinden toka gibi bir şey çıkarıp
çekirdeği yerinden oynattı, bu sayede paralar makinaya girdi ve cezamızı
ödeyebildik. Ve kadın -aynı geldiği gibi- biz daha teşekkür edemeden
kayboldu gitti.
O gece uykuya dalarken; yaşadığımız heyecana mı gülsem, bu
heyecanı yaşarken sanki ana dilimmiş gibi İspanyolca konuşabilmeme mi sevinsem,
kadının mucize gibi gelip gidişine mi şaşırsam, bilemiyordum. 😊
Unutmadan yazalım: Bu
günün rotası: San Sebastian-Lekeitiko-Mundaka-Guernica-Gaztelugatxe-Bakio
idi.
Derin bir uyku sonrası sabah erkenden uyandık hemen. Artık son
günümüzdü ve park otomatlarının da bize öğrettiği gibi dakika kaybetmek
istemiyorduk. Son günü Bilbao şehrine ayırmıştık. Müze gezdik, şehri
arşınladık, kitapçı dolaştık, biraz alışveriş yaptık ve tabii pintxos yiyip
şarap içerek günü tamamladık.
2 Kafa-dar 6 gecelik bu gezide araba ile 1.067 km yol yapmışız;
kaç adım attık bilmiyoruz ama kalplerimize güzel duygular hatırlatan birer
çentik atarak evimize dönüyoruz.
Bekle bizi Ispanya, yeni bir rota ve artık aksanı da düzelmiş
Ispanyolcamla yakında görüşürüz! Hasta luego!
Yeniköy, Eylül 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder