Heveslenip gitmem için en can dostlarımdan birinin Frankfurt’a taşınması gerekti. Gidip
bir yerinde ziyaret edelim, bakalım keyfi yerinde mi dedik. Ama tabii yurtdışına
çıkınca arabayla yol yapmak, ve bilmediğim yollarda kaybolmak fikri her zaman
cazip geldiğinden çevrede nerelere direksiyon çevirebiliriz diye hemen
araştırmacı ruhumuz da devreye girdi.
Nursero’nun şimdiye kadar ziyaret ettiği ve görmemi istediği birkaç yer vardı. Alman iş
arkadaşım Christian da saolsun, önerilerini paylaştı. Listeyi yapıyoruz, ama içimde hep ‘Aman ne
olacak sonuçta Almanya, ne kadar değişik yer görebiliriz ki’ yargısı var!
Hadi bakalım, 3 günlüğüne Alamancıyız J
Birinci gün gördüğümüz şehirler sırasıyla Könninstein, Wiesbaden, Rüdesheim ve Koblenz oldu. Allahım o nasıl bir doğa!
Bir kere zamanlama çok doğru olmuş, Kasım ayının en keyifli haftasonunu seçmişiz.
Hava gezmek için ideal sıcaklıkta. Tüm doğa sonbahar renklerine bürünmüş. Belki
1 hafta sonra gelsek ağaçların çoğu yapraklarını dökmüş olacaktı.
Gelelim itiraflara: Ben Almanya’da şehirler arasında bu
kadar güzel bir doğa olduğunu bilmiyordum. Aynı şekilde, Almanya’da bu bölgede
bağcılık yapıldığından haberim bile yoktu. Koblenz’e
giderken solda Rhein nehri, sağda
tepelerin üzerinde sapsarı olmuş bağların görüntüsü tek kelime ile muhteşemdi.
Yol çalışmalarından dolayı zaman zaman tepelere doğru yoldan sapınca gördüğümüz
manzaralar ve renkler ise bir başka güzeldi. O anda plan yapıldı: Seneye Kasım
başı üzüm bağlarının yoğun olduğu bir bölgeye seyahat yapılacak, kesin! Bu sarı
başka bir sarı, görülmeli, içinize çekilmeli.
Yolda giderken iki tarafı ağaçlıklı bir yoldan geçerken esen
rüzgarla rengarenk bir yaprak sağanağına rastlamamız da seyahatin tarifsiz
anlarından biri oldu. O an hissettiklerimi anlatamıyorum.
İlk gün gördüğümüz şehirlerle ilgili de birkaç not
ekleyeyim: Könningstein, adından da
anlaşılacağı üzere, tarihte kralların yerleştiği bir şehir, daha doğrusu köy.
Küçük, doğanın içinde kurulmuş, zarif bir şehir. Uzay teknolojili binalar filan
yok. Gayet güzel ve sade.
Wiesbaden, Hessen eyaletinin başkenti. İkinci
dünya savaşında ağır bombardımana tutulduğu için çok yara almış, ama hemen
sonrasında orjinaline uygun şekilde yeniden yapılandırılmış. Evet doğru
söylüyorsunuz, Dostoyevski’nin Kumarbaz
isimli romanındaki şehir burası.
Rüdesheim’dan
Koblenz’e doğru yola çıkarken navigasyonumuz Tomtom yine karıştırdı, bizi
çıkmaz yola soktu diye söylenirken önümüze bir film sahnesi çıktı. Daracık bir
yol (geniş bir araçla geçemeyeceğiniz kadar), sonunda bir bariyer ve önünde
tren rayları. Tam biz ordan geçerken tren geçmek üzere olduğu için bariyer
inikti, ve kapana kısılmış bir şekilde trenin geçip bariyerlerin kalkmasını
bekledik. Sonra da rayları 90 derece keserek karşı yola geçtik. Sahnede bir sis
eksikti! J
Koblenz isminin
kökeni Latince Confluentes’ten
gelmekte ve bir araya akmak anlamında imiş. Bu şehirde Moselle ve Ren nehirleri
birbirine kavuşuyor. Biz kavuşmanın olduğu noktayı göremedik ama ne yazık ki,
şehre vardığımızda çoktan hava kararmıştı çünkü.
İkinci gün, sabah erkenden piknik sepetimizi hazırladık, Heilderberg’e doğru yola çıktık.
Unutmadan söylemeliyim, her zaman olduğu gibi Tomtom’a bizi götür lütfen derken
otoyollardan kaçın, ne kadar dar ve doğayla bütünleşmiş yol varsa orayı takip
et demeyi de unutmadık. Heilderberg’e
giden yol bir önceki günün rotası kadar ruhumuzu taşırmasa da yine de güzel ve
keyifli idi.
Heilderberg,
güneybatı Almanya’da yer alan ve
Almanya’nın en eski üniversitesinin bulunduğu bir şehir. Şehri Neckar nehri ikiye bölüyor; Almanya’nın
en romantik kenti (Wege der Romantik)
olarak da anılıyor. Şehrin en meşhur caddesi olan Hauptsrasse 1,5 kilometrelik
uzunluğuyla Avrupa’nın yayalar için ayrılmış en uzun caddesi ünvanına sahip.
İkinci Dünya Savaşından kendini korumuş bir şehir burası. Heilderberg, matbaa ve baskı makinalarıyla
meşhur. Bir zamanlar en iyi matbaa
makinaları bu şehirde yapılmış.
Burda çok zaman geçirince planladığımız diğer şehirleri pas
geçmek durumunda kaldık. Köy yollarından Frankfurt’a doğru yol alırken iyi ki mola verelim diye köyün birinde yerel birine yol sormuşuz. Sorduğumuz teyze bizi şehrin
merkezine yönlendirince muhteşem bir doğa ve parka ulaştık. Bu arada, bize yol
gösteren teyzeden de bahsetmeden geçemeyeceğim: Pırıl pırıl giyinmiş, dudağında
ruju, arabasını kendi başına kullanan bir teyze. Yüz çizgileri yaşını ele
veriyor, ama tabii çok merak ettik gıptayla incelediğimiz bu teyzenin tam yaşını. Dayanamayıp sorduk, 86 yaşında imiş. Enerjisi, ve gözleri ben gencim, 100 yaşımda da
beklerim dercesineydi. Seviyorum böyle hayat dolu insanları!
Akşam Frankfurt’ta kiraladığımız arabayı Haupsbahnhof’ta park yerine bırakmamız
gerekiyordu. Tabii ilk gün yola çıkıyoruz heyecanıyla otoparkın çıkışının
neresi olduğunu kaydetmeyince garın
çevresinde sayısız tur atıp, yanlış parkalara girip ama her defasında çıkmayı
becerip, hatta taksilerin park yerine dalıp ortalığı ufak çapta birbirine
katıp, küçücük alanda 1 saatten fazla uğraşarak doğru park yerini bulduk. O an
tek isteğimiz bir an önce güvenli bölge eve gidip yorganın altına girmek oldu!
Üçüncü ve son gün Frakfurt’u
yaya olarak gezmeye ayırmıştım. Malum aynı gün akşam saatlerinde eve dönüş
uçağım var. Siz siz olun, Frankfurt’a yolunuz düşerse şehrin içinde botanik
bahçesi (Palmen Garten) tarafındaki tüm parkları görmeden dönmeyin. Müh-hiş-ti!
Zaman dursun ve ben gördüğüm her ağaca sarılayım & kuru yaprakların üstüne
yatıp yuvarlanayım istedim.
Özetle, sonbaharda A(la)-mancı olmak hiç de fena bir şey
değilmiş...
(Kaynak-çalar: Michelin guide & wikipedia ve birkaç güngörmüş arkadaş)
(Kaynak-çalar: Michelin guide & wikipedia ve birkaç güngörmüş arkadaş)
Fotoğraflar: instagram: mehlikababaoglu
Yazı: Facebook/mehlikababaoglu
yaziyadoktuklerim.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder