Grup demişken hemen üyelerini tanıtayım: 5 kişi yaptık bu
geziyi. Geziye özel ismimiz ‘Los Maymuños(maymunyos diye okunuyor)’ Ama adımız neden böyle; ne siz sorun,
ne ben söyleyeyim! J
Grubun lideri Haluk (Mesci) Hocam, hepimize (Okan hariç) farklı
yıllarda üniversite eğitimimiz sırasında reklam ve iletişim dersleri vermiş
birisi. Hoca dediğim(iz)e bakmayın; yıllar içinde ‘öğretmen’ olmanın çok
ötesine geçti, ama öğreten kimliği her durumda mevcut! Okan, Didem, Aytaç ve
ben ise grubun çekirgeleri. Bu kadar farklı karakter ne ara bu kadar yakın
olduk hatırlamıyorum, tek bildiğim iyi ki olduğu.
2017’nin Mayıs ayında bir haftasonu Didem’le Alaçatı’ya
gitmiştik; Haluk Hoca’yla pazar yerinde kahve içerken aniden gelen ‘Of ya,
sürekli konuşuyoruz ama beraber seyahat etmeyi bir türlü beceremedik!’ nidası
üzerine (yıllardır ertelemenin yüküyle) bir anda nasıl bilendiysek;
birbirimizin gözünün içine bakmamız, hızlıca masadan kalkıp, bir koşu Hoca’nın
evine gidip bilgisayarı açmamız, Madrid’e karar verip Aytaç’ı arayıp şu tarihe
alıyoruz, uygun değilsen de uydur işte deyip biletleri almamız sadece 30 dakika
sürdü. O zamandan geziye başlayacağımız 26 Eylül tarihine kadar geçen 5 ay
süresince heyecanımız ve çocuk sabırsızlığımız da saklanacak gibi değildi.
Gezinin çerçevesini çizen logistik bilgileri sıralayayım:
Madrid’e gidiyoruz; halihazırda vizemiz olan bir yer olsun
ve daha önce görmediğimiz bir şehir olsun kriterlerinin kesişmesiyle ortaya çıkan
kısa listede tercihin Madrid’den yana kullanılmasının temel sebebi İspanyolca
konuşulan bir şehir olması idi (vallahi sadece ben ısrar etmedim, grubun hepsi meraklı
bu dile J).
27 Eylül 2017 Çarşamba sabah uçağıyla gidip, 1 Ekim 2017
Pazar akşam döneceğiz. 4 gece-5 günlük bir gezi. Kalacağımız yeri www.airbnb.com
sitesinden kiraladık. Kaldığımız yer Madrid’de eski şehrin merkezi Puerta del
Sol meydanına sadece birkaç dakika yürüme mesafesinde. Bu sayede kaldığımız
süre boyunca bir kere bile metro, otobüs ve/veya taksi kullanmadan tüm eski
şehri karış karış yürüyerek dolaşabildik. Kaldığımız yeri öyle sevdik ve
benimsedik ki daha sokağa ilk girdiğimiz an itibariyle ‘bizim’ evimiz, ‘bizim’
sokağın köşesi gibi tabirler dilimize pelesenk oluvermişti. Eylül sonu gitmiş
olmamız şehri yaya olarak gündüz ve dahi gece gezebilmemize olanak sağladı. Hem
hava sıcaklığı gece-gündüz sokakta olmamıza elverişli idi, hem de gün
batımı acele etmiyordu. Bu şehri keşfetmek isteyenlere benzer tarihleri öneriyorum; Madrid’de sokaklar, binalar, dükkanlar, heykeller ve her köşe başı keşfedilmeyi
bekleyen detaylarla dolu. Ve Madrid bu detaylarıyla güzel, bizden söylemesi!
Hani biz grupça İspanya’ya gidiyoruz diye çok heyecanlı idik
de bi baktık Madridliler, Barcelonalılar ve hatta tüm Katalanlar bizden daha
heyecanlı! Kolay mı, Los Maymuños
şehirlerine/ülkelerine geliyor, nasıl heyecanlanmasınlar demek isterdim ama
onların gözü dönüş günümüz olan 1 Ekim’de yapılacak referandumdan başka bir şey
görmüyordu.
Tarihi bir dönemeçten geçen İspanya’nın referandum telaşı ve
çabalarından gözüme takılanları da yazıda aktarmaya çalışacağım ama gelin önce
gezinin sıfır noktasına dönelim bir süre: 26 Eylül akşamı grubun İstanbul’da
kavuşma anına.
Planı daha biletleri aldığımız gün yapmıştık; Haluk Hoca
yaşadığı şehir Alaçatı’dan İstanbul’a 26 Eylül’de gelecek, o akşam tüm grup
(yine Okan hariç) benim evde kalacak, 27’si sabah havaalanına birlikte gidilecek.
Hoca, gelir gelmez elleriyle yaptığı ‘begleri’lerimizi hediye ederek hem kelime
dağarcığımıza yeni bir kelime ekledi, hem de bizi mutlandırdı. Bilmeyenler
için, begleri, 15-20 cm’lik bir ipin iki ucuna iri boncuklar geçirilerek
yapılan Yunan tesbihi. Doğal bir şekilde grup simgemiz oluveren beglerilerimiz
tüm gezi boyunca ellerimizde sallanarak bize eşlik etti (hani evden çıkarken
anahtarı unutmadın di mi diye sorulur ya, beglerin nerde diye hesap soruyorduk
unutana. Şapkasız, pardon beglerisiz, çıkmayız abi!) Hocamız sağolsun, bununla
da kalmamış, hepimize özel başka hediyeler de düşünmüş, getirmişti. Grup
üyelerinin hediyeleri kendilerinde saklı ama ben benimkini mutlaka paylaşmalıyım
burda: Hasan Safkan’ın 1994 yılında
yaptığı motosiklet gezisini günlük olarak kayda aldığı, el yazısına benzer bir
fontla yazılmış, gezisi sırasında topladığı belgelerle (biletler, yurtdışı
çıkış izinleri, yemek fişi, el yazısıyla notları vs vs) zenginleştirilmiş ve
sadece 1000 adet basılmış ‘Kuzey Afrika’dan Portekiz’e. Ordan Eve’ isimli
kitabın 385. sayılı kopyası. Benden mutlusu yok şu an! Piyasadan bulamayacağım
bu kitap bana gezi yazılarımı başka formatlarda da derleme-paylaşma için esin
verdi. Hatta bu Madrid gezimizi benzer şekilde aktarmak üzere Didem’le kolları
sıvadık.
Eh grup buluştuk ya, heyecan iyice doruğa çıktı; nefis bir
akşam yemeği eşliğinde hasret giderip uykuya dal(maya çalış)dık.
O gece Didem’le ben heyecandan uyumadık, Aytaç ile aynı
odayı paylaşan Hoca ise Aytaç’ın özel serenadından(!). Uyanma saatimize yakın
sızmışız, başka bir zaman olsa bu kadar az uyku sonrası uyanmak kesin söylenme
sebebi. (Bizden önce kalkıp hazırlığı yapan Haluk Hoca sayesinde) enfes bir
kahve kokusu, ve hepimize aynı anda bu parçanın adı nedir Hocam, sorusunu sorduran
bir ezgi ile uyandık. Bir sabah Meriç Dönük’e ait ‘Mahfuz’ adlı albümden
‘Ece’yle Vals’ şarkısıyla gözünüzü açın, o gününüzün çok güzel geçeceğine her
türlü bahse girerim!
Tabii günler öncesinde başlayan, müzik arşivinden
faydalanabilmek için, uçakta Hoca’nın yanında kim oturacak tartışması da bu
şarkı ile yeniden alevlendi. Kim bilir o FiiO X5 aletinin içinde başka ne
şarkılar var bizi başka dünyalara taşıyacak? Sonuçta Aytaç’ın kibarlığı,
Didem’le benim Bizans oyunlarımız sayesinde uçakta üçlü koltukta Hoca’yı
ortamıza oturtup, ona parça seçme görevi verip iki kadın kulaklıkları ele
geçirdik J
4 saatlik yol bolca sohbet, müzik, tablet üzerinden kelime
oyunları ile göz açıp kapayıncaya kadar geçti.
Madrid’e ilk adımlarımızı atarken şehrin ismiyle ilgili bir
miktar bilgi vereyim:
Madrid ismi, Mayrit kelimesinin zaman içinde dönüşmesiyle
son halini almış. Anlamı: ‘Çok sayıda su yolu.’ Araplar, ‘sulak alandaki zengin
toprak’ anlamına gelen Magerit isimli köye inşa etmişler şehrin ilk kale
duvarlarını, tahminen 865 yılında. Bu tarihten 1083 yılında 6. Alfonso’nun
kuşatmasına kadar İslam dünyasının egemenliğinde Arapların elinde kalmış.
Günümüzde bu dönemlerden kalmış bina, kalıntı, ya da yaşayış
tarzına rastlamak pek olası değil. En azından geçirdiğimiz 4 gün boyunca bizde
böyle bir izlenim oluşmadı.
İlk gün uykusuz olmamıza rağmen, evimize yerleştikten hemen
sonra bir şeyler atıştırmak için yakınımızdaki A La Santa Meydanı’a attık
kendimizi. Öneri ev sahibemiz Concha(Konça diye okunuyor)’dan gelmişti.
Concha’nın pozitif enerjisi, güleryüzü ve misafirperverliği bu şehri daha ilk
andan sevmemizde büyük rol oynadı. Gelirken yerel pastırmaları jamon(hamon diye okunuyor) yemek, kırmızı şarap içmek ve her tür lokal tapas(meze) tatmak üzere hedefe kitlenmiştik. İlk öğünümüzden son güne kadar bu hedeften çok az saptık, saptığımız zamanlarda da hiç pişman olmayacağımız başka şeyler tattık. Gezinin bir başka vazgeçilmezi ise bu yemekler sırasında kendiliğinden ortaya çıkan yemek duamız oldu: ‘Allah’ım bize hergün jamon, şarap, ve sağlık ver!’ Bu duaya duruma göre başka kelimeler de eklendi zaman zaman ama onlar grup üyelerinde saklı J
Bu arada, jamon İspanya’da genel bir tabir; bölgelere göre çeşitleri var.
Madrid yöreye özel olanın ismi mesela ‘jamon Iberia.’ Yine de her bölge için
ortak sınıflandırma jamonun et miktarına göre değişiyor. Kurutulmuş büyük
bacaklar dükkanların vitrinlerini süslerken tırnak kısımlarında farklı renkler
göreceksiniz: Mavi, kırmızı, siyah. Her bir renk o jamondaki et/yağ miktarını
gösteriyor. Fiyat olarak da daha ucuzdan pahalıya aynı sıra ile
değerlendirebilirsiniz bu renkleri.
İlk gün A La Santa meydanında karnımızı doyururken plansız
bir şekilde birbirimizi habersiz fotoğrafladığımızı da farkettik. Bu durum bir
gün sonrasında haberim yokmuş gibi beni bir de şurda, şu şekilde çeker misin
diye sipariş vermeye dönüştü. Bakmaya doyamadığımız manzaralar, ifadeler var
hepimizin arşivinde şu an.
O gün akşamüstü Okan da Londra’daki işlerini bitirip bizlere
katılacaktı. Ay, altı üstü uçağı 20 dakika rötar yaptı, kavuşma anımız için
bizde bir heyecan bir heyecan! Veee, akşam yemeğine grup artık tamamız, Okan da
aldı beglerisini eline, güzel bir yemeği hakettiğimizi düşünerek Madrid
sokaklarına çıktık. A la Santa Meydanı’na yakın bir ara sokakta La Casa de
Abuela isimli yerde açık havada yediğimiz yemeğin tadı mı daha güzeldi,
sohbetimizin tadı mı seçmek hayli zor. Mekanın kendi yaptığı rezerv şarapları (Toro)
eşliğinde yediğimiz jamon, ekmek, karides neydi öyle! Bir de sağolsun Aytaç’ın
girişimiyle ara sokakta tam üçgen bir köşe başında açık alana oturabilmiştik ki
mahallenin muhtarları gibiydik. İlk gece yataklarımıza girdiğimizde
yanaklarımız gülmekten acıyordu.
Gitmeden önce farklı kaynaklarda Madrid’in Avrupa’da en
mutlu insanların yaşadığı birkaç şehirden biri olduğunu okumuştum. Bunu biz
görüp hissedebilecek miyiz sorusu aklımda idi giderken. Ekiple de paylaşmıştım
bu bilgiyi ve merakımı. 4 günlük gözlemlerimiz okuduklarımı doğruladı. 7’den
70’e insanlar mutlu, huzurlu; şehrin bir karakteri var, özellikle eski şehrin
(citta viejo) ara sokakları, binalar, mekanlar bu hissi pekiştiriyor.
Gittiğimiz dönemde, aslında, Madrid sokakları her zamankinden daha hareketli
idi. Malum birkaç gün sonrasında hükümetin onaylamadığı referandum yapılacaktı
(Katalanların ayrı bir yönetim talepleri için). Binalar bile desteklenen grubun
bayrağıyla (Ispanya ya da Katalan bayrakları ile) donatılarak taraf olmuştu.
Gündüz-gece sokak gösterileri vardı, ama yine de insanlar birbirine saygılı,
özenli görünüyorlardı, ve mutlu bakıyorlardı.
Katalonya kelimesi tarihte ilk defa 11. Yüzyılda ‘Marca
Hispanica’ olarak adlandırılan Müslümanlara karşı oluşturulmuş tampon bölgeye
atfen kullanılmış. Kelimenin anlamı ile ilgili farklı teoriler var; en çok
kabul gören 2 tanesi ‘kaleler ülkesi’ anlamına gelen ‘Castla’ kelimesinden türediği
ya da Gotlar’ın ülkesi anlamına gelen ‘Gotlandia’ kelimesinden türetilmiş
olduğu. Katalan bayrağı ise ‘Senyera’ diye adlandırılıyor, paralel şekilde
dizilmiş 5 sarı ve 4 kırmızı çizgiden oluşuyor. Müslümanlarla savaşta yaralanan
Frenk ve Roma Kralı Şarlemayn’ın kanayan parmaklarını Barcelona kontu I.
Wilfred (nam-ı diğer kıllı Wilfred)’in altın kalkanı üzerine sürmesi ile
sembolize olmuş. Tarih boyunca ayrık ve
özerk olmayı hissetmiş Katalonya nüfusu bugün toplam nüfusun %16’sını
oluşturuyor. GSMH’nın ise %19’unu üretiyor.Hal böyle olunca İspanya’nın en
zengin bölgerinden biri olan Katalonya bağımsızlığını ilan edebilmek için
direniş isteğini artırmış durumda.
İlk tam günü yaşayacağımız Perşembe günü sabahını Prado Müzesi’ne
ayırmıştık. Büyük ve kapsamlı bir müze. O yüzden gitmeden önce görmezsek olmaz
dediğimiz birkaç sanatçıyı belirlemiştik. Bunların başında Goya, Rafael, ve
Velazques vardı. Müzeden aklımda kalanlar, notlarıma yansıyanlar şöyle:
Müzedeki en önemli eserlerden biri Bosch’un (El Bosco) ‘El
Jardin de las Delicias(Dünyevi Zevkler Bahçesi)’ isimli eseri. 3 kanatlı dev
bir çalışma. Gördüğünüz her detay başka bir his çağrıştırıyor.
Rafael’in tablolarının olduğu kısmı gezerken Haluk Hoca
kadın figürlerindeki masum bakışlara dikkatimizi çekti, Rafael’in eserlerinde bu
bakışı yansıtmaya odaklandığından bahsetti.
Goya’nın eserleri beni hep şaşırtır. İlk defa bu sergide
farklı dönemlerdeki eserlerini birarada görme şansım oldu. Erken dönemlerde
para kaygısıyla yaptığı eserler ile olgunluk döneminde ruh halini yansıttığı
eserlerin aynı sanatçı tarafından yapıldığına inanmak hayli zor. Pinturas
Negros (Siyah Tablolar) eserleri isminden de anlaşılacağı üzere Goya’nın
ruhunun ve tabii o dönemin karanlık ve depresif halini size öyle geçiriyor ki!
Velazques’in Meninas (Nedimeler) tablosunun önünde ise
duygulanmamın çok başka bir sebebi vardı. Muhan (Soysal) Hocam’ın bu eserle
birlikte efsane olmuş hayat dersi aklıma geldi. O gün öğle yemeğinde ilk
kadehimiz bu sebepten Muhan Hoca’ya ulaşsın diye gökyüzüne doğru kaldırıldı.
Dureno’nun eserlerine attığı, ad ve soyismini simgeleyen AD
figürü üzerine konuşurken Aytaç hemen kendine pay çıkardı; artiz arkadaşımız
altta kalacak değildi ya! Müzeden
çıkarken Goya’nın keçilerle ne derdi olduğunu anlamaya çalışıyordu ısrarla...
Prado Müzesi’nin hakkını vermek istiyorsanız en az 2 güne
ihtiyacınız var. Biz yarım günde hedefe kitlenmiş bir tur yaptık; fırsatım olur
da bir kez daha Madrid’e gidersem bu müzeyi tekrar ziyaret etmeyi isteyeceğim.
Müzeden sonra kendimizi eski şehrin ara sokaklarına
atmıştık. Tesadüfen bulduğumuz bir Peru restoranındaki lezzetlerden nasıl
gözümüz dönmüşse 15 kişilik yemeği 5 kişi yedik (tabii diğer masalarda oturan
aslen Perulu arkadaşların yeme kapasitelerini görünce altta kalacak halimiz yok
ya diye hırs yapmamızın da etkisi olmuştur.)O günün kalanında sokaklarda kaybolmak, Don Paco barını keşfetmek, sadece yanaklarımız değil karnımız ağrıyıncaya kadar gülmek ne güzeldi! Farklı tercihleri ve zevkleri olan bireylerin sevgi ve saygıyla bir grup olması, birbirinden beslenmesi, başka başka şeyler öğrenmesi, yeri geldiğinde nazını geçirmesi, yanında körkütük sarhoş olacak kadar birbirine güvenmesi öyle kıymetli ki. İşte biz Los Maymuños tam böyleyiz, beglerimiz ellerimizde 12 kollu bir deviz! (Hayır sarhoş değilim, bi maymunumuz daha var, o bu geziye gelemedi, sevgili Mizgo).
O akşam Flamenko izlemeye gittik. Tutku nedir derseniz tek kelimeyle Flamenko derim! Aşkı, sevgiyi, kızmayı, üzüntüyü kısacası her tür duyguyu yüz ifadeleri ve vücut hareketleriyle böyle çarpıcı vermek, her duyguyu hakkıyla en derin yaşamak başka şekilde ifade edilebilir mi acaba?
Ertesi gün biraz buruk uyandık; Okan, çünkü, İstanbul’a
dönecekti. 2 küçük çocuğunun baba özlemleri onun geziye kısa katılması için çok
geçerli bir sebepti.
Evde Haluk Hoca’nın hazırladıklarını, Okan ve Aytaç’ın garip
kahve makinasını becerip çalıştırarak yaptığı kahve eşliğinde yiyerek
kahvaltımızı yaptık ve Okan’ı uğurladık.O gün hedefte Reina Sofia Müzesi vardı. Müzede onca eserin arasında (Guernica dahil) beni en çok etkileyen tablonun Miro’nun ‘Spanish Dancer’ adlı çalışmasının olması bir gece önce büyülendiğim Flamenko dansından dolayı mı diye düşünmeden edemiyorum.
Picasso’nun meşhur Guernica adlı tablosu bu müzede. 1937
yılında küçük bir Bask kasabası olan Guernica’yı Alman ve İtalyan güçlerinin
hava saldırısı ile yerle bir ederek 1654 sivili öldürmesinin utancını insanlığın
yüzüne vurmuş Picasso kendi silahıyla. Eseri aynı yılın Temmuz ayında Paris’te
sergilemiş. 70 yıldan uzun bir süre Franco’nun diktatörlüğüyle yönetilmiş bir
ülkede Franco’yu destekleyen Alman ve Italyan kuvvetlerinin bu insanlık dışı
saldırısını protesto etmek için yapılmış eserin, yine Franco tarafından 1960
yılında ülkede sergilenmesi için Picasso’ya davet gönderilmesi ise ilginç bir
ayrıntı olarak gözüme takıldı. Picasso, Franco’nun bu talebini basiretli
duruşuyla reddetmiş.
Bu bilgiyi okuduğum sırada, aklımda başka bir soru daha
vardı: Bu kadar uzun faşist yönetime maruz kalmış bir ülkenin ve toplumun nasıl
olup da evrildiği, medeniyet ve mutluluk seviyesini artırdığı. Bu aralar farklı
kaynaklardan o dönemi okuyarak, bugüne kadar olan ekonomik, kültürel ve sosyal
değişimin nasıl gerçekleştiğini anlamaya çalışıyorum. İlk çıkarımım şu: İspanya
her döneminde -baskıcı rejimler hüküm sürdüğünde bile- sanatı ve sanatçıyı
desteklemiş. Sanatın her alanında üretim hep olmuş. Günümüzde kapitalist düzene
ve egosuna daha fazla yenilen insanlığı kendine getirecek en büyük gücün bu
olduğuna inanıyorum. O yüzden görsel, işitsel her türlü sanatın desteklenmesi,
herkesin en az birkaç sanat alanında gerek üreterek gerek üretene destek olarak
çaba göstermesi giderek önem kazanıyor. Bizi biz yapan duyguları çoğaltarak
dünyayı yaşanabilir halde bizden sonraki nesillere bırakmak için sorumluluğumuz
olduğunu unutmamamız gerekiyor.
Reina Sofia Müzesi’nde (bir savaş muhabiri olan) Robert
Capa’nın İspanya İç Savaş dönemine ait fotoğraflarının bulunduğunu da
belirtmeliyim. Çok etkileyici fotoğraflar var, mutlaka vakit ayırın derim.
Referanduma sayılı saatler kala Katalanlar ve İspanyolların yakın tarihine ait
bu fotoğrafları seyretmek daha da anlamlı oldu.
Müzeden çıktıktan sonra direnişçi ve anarşist ruhumuz da bir
miktar daha kabarmıştı, sloganlar atarak yürürken yol bizi Madrid tren garı
binasının önüne çıkardı. Binanın dış kısımında ne olduğu yazmasa idi ilk
girişte buranın dev bir botanik bahçesi olduğunu düşünebilirdik. Öğle yemeği sonrası İspanyol ayakkabısı alabilme arzusuyla ev sahibimiz Concha’nın önerdiği Augusto Figueroa isimli caddeyi hedeflemiştik. İstediğimiz gibi değişik tasarımlı, yerel ayakkabıcılar bulamadık ama bu caddede otantik bir kahve dükkanı keşfettik. Dükkanın sahibi ikinci kuşak idi, güleryüzle bize sorduğumuz tüm kahve çekirdekleri hakkında bilgi verdi. Dünyanın hemen hemen her yerinden kahve çekirdekleri getiriyorlar. Dükkanda biraz da İspanyolca pratik yapmaya çalışırken içtiğimiz kahve sonrası bıraktığımız bahşişin yarısını bize geri verdi sahibi, bu çok alamam diye. Oysa sadece %10 kadar bir rakam bırakmıştık. Hani insanlar mutlu demiştim ya, aynı zamanda tokgözlü.
Grupta hepimizin – Haluk Hoca dışında- İspanyolcayla ilgili
bir birikimi var. Didem ve Aytaç üniversite eğitimleri sırasında ders almışlar,
ben merakımdan dolayı bu dili öğrenmek için bir süredir çaba gösteriyorum.
Gelin görün ki kelimelere meraklı Haluk Hoca hepimize fark attı. Latin diline,
ve tabii etimolojiye olan merakı sayesinde hepimizden daha fazla okuduğunu
anladı.
Haluk Hoca ve öğrenme/öğretme merakı demişken:
Geziye başlamadan önceki gün Istanbul’a ayak bastığı an itibariyle
bize ‘Siesta’ filmini izlemeniz lazım deyip durdu. Filmin ilk sahnesi Madrid
havaalanı ile başlıyormuş. Tamam aldık listemize diyoruz, her gün en az 3 kere
daha hatırlatıyor. En sonunda dayanamayıp o akşamüstü yemek öncesi dinlenmek
için eve uğradığımızda internetten bulup ekrana yansıttık filmi. O akşam
tamamlayamadık ama dönüşte kalan kısmı da izledim. (1987 yapımı, Mary
Lambert’in yönettiği bu filmde kimler yok ki! Ellen Barkin, Gabriel Byrne,
Isabella Rosalini, Martin Sheen ve Jodie Foster ilk aklıma gelenler.
Meraklısına duyurulur.)
Geziyle ilgili hatırladıkça gülümsediğim bir diğer anektod:Hoca, yine, geziye başlamadan önceki gün geldiğinde mendilimi unuttum, mendil lazım bana dedi birkaç kez. Bunu duyan düşünceli Aytaç akşam yemeği öncesi Yeniköy sahilinde içki yudumlarken masadan kalkıp gidip karşıdaki marketten kağıt mendil aldı geldi. Biz Hoca, Aytaç’a teşekkür edecek diye beklerken bunu ne yapayım, bez mendile ihtiyacım var benim diye serzenişte bulundu. Ay Aytaç hayret bir şeysin, bunu nasıl düşünemezsin!? J Biz çekirgeler Madrid sokaklarında gezerken 1800’lü yıllarda açılmış kişiye özel gömlek diken bir dükkan gördük. O dükkanda bulup aldığımız beyaz renkli pamuklu bez mendil Hoca’yı başka, bizi başka mutlu etti. Ben eminin ki bir süre sonra uğur olarak kullanmak için Aytaç o mendilin de peşine düşecek! (Grup anladı, ne demek istediğimi!)
O akşam yemek için bir gün önce tesadüfen keşfettiğimiz ve
barında keyifli zaman geçirdiğimiz Don Paco isimli mekana gittik. Yine mekanın
rezerv kırmızı şarabı eşliğinde yemeğimizi yedik. Diyeceğim odur ki, İspanya
kırmızı şarap konusunda bence en iddialı ülkelerden biri. İçtiğimiz tüm
şarapların tadı damağımızda kaldı. Yemek sırasında Don Aytaç’ın (ikinci şişeyle
birlikte yerel kişiliğe büründüğünden bu lakabı artık hakediyor) önerisiyle
şişe çevirme oyunu oynadık. Daha önceden bildiğim bir oyun değildi bu. Sanal
bir uygulama ile Aytaç telefonundan şişe çevirdi, şişenin ucu kimi gösteriyorsa
o yanındakine kendisiyle ilgili bir soru sordu. Biz de sanırdık ki bu grup
birbirini çok iyi tanıyor! Neler öğrendik neler, birbirimizle ilgili. Tabii
konu öğrenme olunca arada bazı terimlerle ilgili Hoca tarafından sorguya
çekildik. Bir süre geçsin soracağım gruba, strateji nedir, Cebeli Tarık’ın
hikayesi nedir?
Cumartesi sabah giyinirken sapsarı bir kıyafet seçtim,
kıpkırmızı ruj sürdüm. Sokaklarda referendum taraftarı ve karşıtı grupların
gösterileri vardı, en azından renklerimizle onları desteklemeliydik! Herkes
gösteriye koşarken ama biz o renklerle erkenden Churros (çurros) yemeye koştuk.
Zira bir gün önce şehrin en meşhur meydanı olan Plazzo Mayor’un hemen dibinde gördüğümüz
bu tarihi pastanenin kapısındaki o uzun kuyruk oluşmadan tatlımızı keyifle
yemek arzusundaydık. Churros İspanyollara özel bir tatlı. Bizim tulumba
tatlısına benzer bir hamur (ama şerbetli değil) özel bir sıcak çukulataya
batırılarak yeniyor. Tam kahvaltı sonrası olduğu için çok yiyemedik ama
lezzetli idi. Ardından Plaza Mayor Meydanı’nı şöyle bir göz hapsine aldık. Bu sene
Plaza Mayor’un 400. kuruluş yılı imiş. O yüzden yıl boyunca şehirde çeşitli
etkinlikler planlanmış. Malesef bizim olduğumuz tarihlerde ne bir konser vardı,
ne de sokak etkinliği.Ardından Mercado de St. Michel’e yöneldik. Burası adından da anlaşılacağı üzere kapalı bir pazar alanı. İçerde çeşitli şarküteri ürünleri, çeşit çeşit jamonlar ve taze sebze meyve satılan tezgahlar var. Ve tabii bir şeyler yudumlamak için barlar. E madem artık yerel olduk, bir İspanyol ritüelini daha gerçekleştirip birer sabah Cava’sı içmeliyiz dedik (Cava,-Kaava diye okunuyor- İspanyolların köpüren şarabı).
Cumartesi gününün tümünü Plaza Mayor’dan Royal Palace (Kraliyet Sarayı)’a kadar olan eski şehire ayırmıştık. Ara ve arka sokaklarda gezinmek, o sokaklarda yaşanmış hikayeleri, hayatları düşünerek yürümek öyle keyifli idi ki! Taş binalar, kiliseden ayinden çıkmış özenli ve tertemiz kıyafetler giymiş insanlar, dükkanlar, eski kitapçılar, barlar, eski arabalar, arnavut kaldırımlı sokaklar bizi bizden aldı. Eski bir kitapçı dükkanından ‘Sociedad y Cante Flamenco’ isimli bir kitap aldım. İspanyolca çalışırken biraz da Flamenko şarkı sözü öğreneyim. Aynı kitapçıdan Haluk Hocam da Jorge Borges’in ‘Ficciones’ kitabını aldı. Nasılsa sular seller gibi Ispanyolca okuyabiliyor J
Pazar bizim dönüş günümüzdü, İspanyolların da sandığa gitme günü. Referandum sebebiyle yollar kalabalık olabilir diye düşünerek erken çıkmıştık alana doğru. İyi ki de öyle yapmışız. Referandumdan dolayı değil ama bisiklet maratonundan dolayı bazı yollar kapalı idi. Kimse trafik sıkıştı, yollar kapalı diye korna vs basmıyordu. Aksine, arabalarından inip bisikletçilere tezahürat yapıyorlardı. E bizim de artık kalbimizin bir kısmı Madrid’li ya benzer şekilde selam verdik geçerken.
Dönüş uçağında hepimiz yorgun, bir miktar uykusuz ama çok mutlu idik. Kulaklıktan Art Garfunkel’in ‘Travelling Boy’ şarkısını dinlerken günlük duamızı ettim:
Allahım bize her gün jamon, şarap, sağlık, sanat, seyahat,
dost sesi, aile eli, doğa esintisi, aşk ve kitap ver!
26 Ekim 2018
Yeniköy, İstanbul
Tarihe bir not: İspanya hükümetinin yapılmasını bile
reddettiği referandum, Katalanlar’ın karşı direnişi sayesinde ama ancak %42
civarında bir katılım ile gerçekleşti. %90’nın üstünde ‘Evet’ özerk bir yönetim
istiyoruz diyen SONuç, nasıl BAŞlangıçlara ve gelişmelere sahne olacak hep
birlikte takip edeceğiz.
Çok zevk alarak okudum, Aytaç'ın neden mendil peşine düşeceğini de anladım (zeka fışkırınca böyle oluyor insan)
YanıtlaSilTeşekkürler. Ah Don Aytaç!
SilFlamenko mahallinin adı niye yok. Reklam olmasın diye mi? Corral de Moreira. Adres de şöyle: Calle de la Moreria, 17, 28005 Madrid, Spain Telefon: +34 913 65 11 37. Çıkışta mekanın sahibi kadınla konuştuk. 'Ben 30 sene önce de geldiydim' deyince kızların yardımıyla, o da bize 'ah ben o zaman dans da ediyordum' demez mi?
YanıtlaSilAy haklısınız nası unuttum? :)
SilEksik bu gezi yav, eksik işte!!!
YanıtlaSilİmza: kıskanç ve huysuz çekirge
Hahahahha. Bence çekirge sürüleri dünyanın çeşitli yerlerini istila etmeli ki doğanın dengesi bozulmasın. ;)
Sil