WILD WEST WORLD (WWW)
Hani kendimi film setinde
hissettiğim için Batı Yakası Hikayesi diye başladı ya Portekiz ve Lisbon
yazıları, bu haftaki yazımı www.WildWestWorld.com
temasıyla paylaşmak daha uygun olacak sanki. Çünkü her şeyden önce bu şehirde
şahane bir vahşilik var. Okyanus etkisinden belki de havasında ve suyunda,
Malta taşları sayesinde karada; yollarında, sokaklarında, ruhunda, duvar
resimlerinde, mimarisinde, her şeyde! Ayrıca, bu hafta Lisbon’da, adresleri www
ile başlayan teknoloji şirketlerinin buluştuğu dünyanın en büyük ve meşhur etkinliklerinden
biri olan Websummit vardı. Farklı kıta ve ülkelerden 70 bin (belki de daha
fazla) kişinin gayet yüksek bir katılım ücreti ödeyerek gelip takip ettiği bir
organizasyon. Şehrin çekirdek nüfusunun 500 bin olduğunu düşününce katılımcı
sayısının sokaklarda metrekareye düşen insan sayısını nasıl artırdığını varın
siz hesap edin. Benim evimde de nüfus patlaması yaşandı. Çünkü İngiliz Dış
Ticaret Ofisinin Türkiye organizasyonunu temsilen etkinliğe gelen arkadaşım
Ahenk (Dereli) bende kaldı, evim şenlendi.
Websummit, büyük ve köklü
teknoloji şirketlerinin yanısıra yeni iş fikirlerinin, start-up şirketlerin buluştuğu
dev bir platform. 2016 yılından beri her sene Lisbon’da yapılıyor(muş). Çok
sayıda panel, konuşma, etkinlik, gece sunumları ile yoğun bir program.
Gururdan zıplatacak bir
haber vereyim hemen bu seneki Websummit’ten: Birleşik Krallık Dış Ticaret
Bakanlığı’nın düzenlediği TechRocketship Awards
yarışmasında birinci bir Türk firması oldu! 250den fazla fikir arasından
hem de. Nadide bir-inci! Fikrin ve şirketin sahibi Ömer Bey ile ödülü aldığı
günün akşamında yemek yedik, keyifli anlatımı ile hikayesini dinledik. Vay be!
Şimdi yazarken bir kez daha koltuklarım kabardı!
Yarışma, düzenleyen
kurum, yarışmacılar ve tabii birinci olan Türk şirketi ENBIOSIS ile ilgili daha
fazla detay öğrenmek isteyenler aşağıdaki linke dalabilir:
Websummit’i uğurladık,
dönelim şehir maceramıza. Sevgili makiniste, Batı Yakası Hikayesi’nin bu bölümünde
ne göstereceksin dediğimde, hadi LX Factory’ye
gidelim, seveceksin demişti. Google’a sordum hemen, nasıl bir yer diye.
Şehrin Alcantara
bölgesinde (yerleşim için yeni binaların sayısının hızla arttığı, 25 Nisan
Köprüsü’nün bacağına yakın bir bölge) 1846 yılında bir iplik ve kumaş fabrikası
kuruluyor, 23.000m2 lik bir alana. Zaman içerisinde el değiştirerek bir yemek
işleme şirketine geçiyor fabrika. Günümüzde içinde 50den fazla tasarım dükkanı,
kitapçı, lokanta, kafe ve bar bulunan bir hipster mekanı. Bir sanat ve eğlence
sokağı. Hani bu şehrin cezbeden bir vahşiliği var diyorum ya, LX Factory’de de
bunu görüyor, hissediyorsunuz. Mekana giriş yaptığımız kapılardan birinin
yanındaki duvardaki görsel nasıl vahşi, nasıl çekici, nasıl etkileyici! Dakikalarca
baktım durdum. Ben gündüz halini gördüm ama gece vintage mekanlardaki özel ışık
ve ses şovları ile başka bir deneyim de sunuyormuş. Bir sonraki sefer akşam
saatlerinde ziyaret edilecek diye notumu da aldım.
Gezerken en dikkat çekici
mekan Livraria Ler Devagar isimli kitapçı oldu. Doğal olarak, bir kitapçıda
görmeyi beklediğiniz şey bolca kitap ama bu kitapçı başka. Hani vahşi dedik ya!
Yerden tavana kadar kitap kaplı. Üstünüze kitap yağarcasına tüm duvarlar. Mekanın
ortasında da tavanda bir bisiklet asılı, ve sanki hareket ediyor hissi veriyor.
Kitap okuyun, özgürleşin, ruhunuz uçsun, daldan dala konsun der gibi. Ler
(Portekizce okumak) özgürleştirir der.
LX Factory içinde Rio Maralvinho
isimli mekanın terasında içkinizi yudumlayarak gün batımı izlemek çok keyifli
oluyor diye de okumuştum ama o gün gün batımında şehrin başka bir bölgesinde
programım olduğu için bir sonraki ziyaretime bıraktım. Nasılsa buralıyım,
burdayım, yine gelirim 😊 Bu arada, bu buralıyım, burda yaşıyorum hissi çok
hoşuma gidiyor, görmemişler gibi her fırsatta herkes de anlasın istercesine
neler neler yapıyorum bir bilseniz! Sokağa her çıktığımda ya da eve geldiğimde
açıp mektup gelmiş mi diye günde en az 2 kez posta kutumu (benim posta kutum
çünkü o 😊) kontrol ediyorum. Her şey bu kadar online
iletişime dönmüşken kim bana sürekli, her gün her gün mektup gönderecekse! Evin
faturaları deseniz, zaten doğaya saygımızdan online gönderiliyor. Ama olsun
kutuyu kontrol etmek iyi geliyor 😊 Ya da marketten alışveriş yaptım, eve yürüyorum
di mi? Dış kapıyı açarken elimdekileri yere bırakmadan (çünkü ben burda
yaşıyorum, evime alışveriş yaptım, bakın, turist değilim 😊) geçen
tramvaydaki turistlere gülümsüyor, el sallıyorum. Elimde marketten alınmış
şarap şişesi bir gün kapıyı açarken düşüp kırılınca göreceğim günümü, ama
olsun. Gülü (görgüsüzce) seven, cam kırıklarına katlanır!
Bu şehirde sürekli
geçmişle günümüz ve gelecek arasında geçişler yaşamak mümkün. Yaşanmışlık dolu
sokaklardan geçerken geçmiş anılara dalıyor, bugünü yaşarken, gelecek için hayaller
kuruyorum hep. Ve bu his bu şehri her gün daha fazla sevmeme sebep oluyor.
LX Factory’de gezerken
bir tasarım dükkanın vitirininde topaç gördüm! Topaç (portekizcesi piao) ve sapan (fisga) benim çocukluk
anılarımın simgelerinden. Ahşap topaçların artistik fotoğrafını çekeyim diye
dükkanın içine girip yanıbaşında yine tahtadan yapılmış sapanları görünce iyice
keyfim yerine geldi. Yıllar var ki topaç elime almamıştım, dükkanın içinde
topacın birini bir döndürdüm! Zaman da geriye döndü, çocukluk günlerime gitti:
Sen kızsın, o yüzden
topaç çeviremezsin diyen mahalledeki erkek arkadaşlarıma inat, tam 3 gün
uğraşıp onlardan daha iyi ve havalı topaç çevirmeye başlamıştım. Benim için
topaç demek başarı demek, özgürlük demek, vazgeçmemek, iyi ki kadınım, ne
yapmak istersem onu yaparım diye hayata kafa tutmak demek.
Sapan ise biraz tehlikeli
anılar saklıyor! Anneanemin ve dedemin evinde yan bahçede evi olan çocuklardan
ceviz ağacımızı kıskanır, sakınırdım/k. Dedem dikmiş, büyütmüş o ağacı, çok
kıymetli idi, paylaşmak istemezdim/k meyvesini.
Ama ağacın cevizleri öyle lezzetli idi ki (ve tabii yasağa inat) yan
komşuların çocukları çalmak(!) isterdi
her fırsatta. Benden büyük, ve bizden sayıca çok oldukları için savunma
silahları hazırlamıştık kardeşler ve kuzenlerle. Ah utanarak söylüyorum ama o
tahta sapanlarla metal ve çok acıtıcı kurşunlarla az can yakmadık, az atış
yapmadık yan bahçedeki çocuklara!
(Bu arada sapanın Portekizcesi fisga Türkçe'ye fiske vurmak olarak geçmiş olabilir mi?)
Tüm bu anılar canlanınca
oturdum bir mekana, ısmarladım yeşil şarabımı (Portekiz’e has bir şarap bu,
tamamen yerel üzümlerden yapılan), önce anneanneme ve dedeme, sonra ceviz
ağacımıza ve çocukluk anılarıma renk katan herkese kadehimi kaldırdım. Canını acıttıklarımdan da özür diledim, valla billa,
ama onlar da cevizlerimize göz koymasa?! 😊
Evime yaklaşık 5
kilometre uzaklıkta LX Factory. Giderken ve dönerken yaya idim. Dönüşte bayağı
yoruldum. 6 haftadır araba sürmüyorum, ve eve yaklaştığım sırada araba sürmeyi,
ve araba sürmenin verdiği özgürlük hissini özlediğimi düşünürken mahallede bir
başka vahşilik gördüm. Bir Jaguar! 4 tekerli, yeşil renkli, şahane bir model.
Türünün ilk örneklerinden. Diyorum size bu şehir vahşi ve çekici. Yaban hayatı
seviyorum! 😊 Eu gosto de animais selvagens...
Lisbon’da hava şimdilik çok güzel gidiyor. 6 haftada, sonbahar mevsiminde olmamıza rağmen, sadece 3-4 gün yağmur gördüm. Ama dedik ya şehir vahşi, yağmur yağınca normal boy bir şemsiye ile korunmak pek mümkün olmuyor. Eve ilk taşındığımda büyük bir şemsiye görmüştüm, sahibi bayağı iri biriydi herhalde diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Meğer sahibi değilmiş büyük olan, yağmurun vahşiliği sahici. Yağmurlu günlerde rüzgar ve nem de artıyor şehirde. Dikatli olmak lazım, okyanus ülkesinde hava çarpar alimallah.
Bu arada Portekizce
öğrenmeye başladım. Aslında İngilizce ve İspanyolca ile gayet idare
edebiliyorum. Ama dili bilmemek ve üstüne telaşlı olmam şaşırttı beni. Geçen, aseton
almak için markete girdim. Güya yavaş ve sakin olmayı öğreneceğim bu şehirde.
Nerdeeee!? Alışkanlıklar çabuk değişmiyor. Alışverişi hızlıca bitireyim derken
nasais (Portekizce burun) kelimesini nails (Ingilizce tırnak) diye okuyunca aseton yerine burun üstündeki siyah noktaları temizleme suyu almışım. Şimdi
düşün dur, burnumda siyah nokta nasıl yaparım diye, ki kullanayım o suyu 😊 Yarısı
çıkmış ojeli tırnaklarımla yeniden markete gitmek şart oldu tabii. Akılsız
başın...
Su demişken, Lisbon’da
musluk suyu içilebiliyor. Hatta Avrupa’daki en kaliteli içme sularından
biriymiş.
Şehrin bazı bölgelerinde
cidden labirent şeklinde yollar ve kaybolmamak işten değil. Ama durun hemen
navigasyonu açmayın. Ya nehre doğru yol alın, ya da tramvay yoluna. Illa ki bir
merkeze çıkacaksınız. Hatta kaybolun ki keşfedin.
Bu en Batı’daki vahşi şehirde vahşi olmayan bir tek şey var: İnsanlar. İnsanlar
sakin, mutlu, huzurlu ve güleryüzlü, her daim yardımcı. Tanıştığım bir Türk
beni ‘mutlu insanlar ülkesine hoş geldiniz!’ diye selamladı. Hoşuma gitti.
Hoş buldum bir kez daha. Ben-vindo!
4 Kasım 2022, Lisbon
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder